28 Eylül 2010 Salı

Amnesia: The Dark Descent (İnceleme)


Daha önce bu satırlarda horror/survival etiketli birçok oyunun aksiyon/FPS’ye dayalı popüler oyun kültürüne yenik düşerek özlerini kaybettiğini, başkalaştığını yazmıştım. Silent Hill ve Resident Evil serisi benim için bu dönüşümün en trajik denekleriydi. RE5’te açık alanda, güneşin kavurucu sıcağı altında zombi avına çıkmak, eskiden elimizde kalan 3-5 sayılı kurşunu bitecek korkusuyla itinayla muhafaza ederken şimdi çok daha geniş mühimmatlara sahip olmak ve gerilim yaratan ağır müziklerin yerini DMC vari hareketli işitsellerle doldurmak oyunun alışıla geldik korku temasını eritip, yerle bir etmişti. Capcom büyük bir firma, büyük paralar kazanmak amacında ve bunu yaparken de popüler kültürü dikkate almak zorunda. İşletme bölümü okumuş, yavaş yavaş iş hayatına hazırlanmakta olan bir birey olarak bu arz-talep dengesini anlayabiliyorum. Fakat madem bu tarz yapımlar fazla ilgi görüyor. O zaman Capcom neden farklı karakterler, farklı hikayeler ve farklı adlar altında yine action’la bezeli yeni F/TPS’ler üretmiyor, geliştirmiyor? Kolay para kazanmak için benimsenmiş tatları bozmaktan ve bu uğurda benim de dahili olduğum azınlık güruhu harcamaktan başka bir seçenekleri yok mudur? Benim buradan anladığım; ya Capcom’ın gözü para için Resident Evil gibi bir efsanenin mayasını bozup, yüz binlerce RE fanının eleştirilerini göze alma pahasına karardı ya kendilerini yeni projeler sağlayacak kadar üretken görmüyorlar, ya da oyunları devşirip işin kolayına kaçıyorlar. İşte maddiyatın tavan yaptığı böylesi bir ortamda bizim istediğimiz türden bir horror/survival oyununu ancak mütevazi, ticari kaygı gütmeyen bir oyun firması yapabilirdi ve ismini pek duymadığımız İsveç orijinli Frictional Games tam da bu anda Amnesia; The Dark Descent’i yarattı. 


Hikaye


Oyunda Londralı bir gence, Daniel’a hayat veriyoruz ve kendimizi hikayenin başında Brennenburg adlı bir kalede yarı ayık biçimde buluyoruz. Daniel hafızasını kaybetmiş, ismi ve peşinde olduğu kişiler dışında hiçbir şey hatırlamıyor. Sersem, sürekli panik atak bir görüntüsü var, ayakta durmakta zorlanıyor ve en ufak bir çıtırtıya karşı anormal panik reaksiyonları gösteriyor. Bu garip vücut semptomları Daniel’ın sıradan biri olmadığı konusunda birer ip ucu verirken, içinde bulunduğumuz kalenin ürpertici görüntüsü ve başlangıçta yolumuzu bulmamız için yerlere serilmiş gül yaprakları da ortama ayrı bir gizem katıyor. Daniel’ın bu güven vermeyen, sıyırmış görüntüsü karşısında hikayeyi çözümlememize yardım eden destekleyici veriler ise; etrafımızda farklı yerlerde konumlandırılmış mektup vb. argümanlar ile Daniel’ın zihninde aniden beliren geçmişine ait işitsel flash back’ler…


İlerleyiş sırasında iki farklı düşmanımız var; birincisi oyunun psikolojisi ve alt yapısıyla direkt örtüşen ‘’karanlık’’… Daniel karanlık ortama girdiği anda önce bir takım çıtırtılar duyuyor, sonra bu çıtırtılar giderek şiddetleniyor. Dengesi bozulmaya, nesneleri ikişerli üçerli görmeye başlıyor, bir süre sonra kalpaklanıp yere düşüyor. Bu sebeple ya karanlıktan mümkün olduğunca uzak duracağız (ki; bu pek mümkün değil) ya da el lambası ve sağdan soldan edindiğimiz kibritlerle karşımıza çıkan lamba, mum gibi materyalleri ateşleyip aydınlık alanlar yaratacağız. İkinci düşmanız ise; insan formuna sahip, kafa kısmı neredeyse sadece ağızdan oluşan ne idüğü belirsiz yaratıklar. Elimizde bu yaratıkları öldürmek için hiçbir silah yok. Kitap, masa, demir çubuk gibi elimize alıp fırlatacağımız nesnelerin hiçbiri yeteri hasarı vermiyor, tek çözüm kaçmak... Bazı forumlarda bu yaratıkların sadece ışığa ve aydınlığa duyarlı olduklarını okumuştum ama gördüğüm kadarıyla en karanlık ortamlarda bile sizi elleriyle koymuş gibi bulabiliyorlar.


Not/hafıza/görev tanımlamalarının yapıldığı ekran barının solunda Daniel’ın hem fizik hem de ruh sağlığını (aklı başındalığını) gösteren iki temsili resim var. Aldığımız fiziksel darbelere karşı bazı iksirler yardımıyla vücudun health seviyesini yükseltebiliyoruz. Akıl sağlığı ise tehlike durumlarında ‘’Korkuyor, elleri titriyor, ufak baş ağrısı var’’ şeklinde uyarılar veriyor.


Oyunun geçtiği mekanların dizaynı pek detay içermese de oldukça ürkütücü olduklarını söyleyebilirim. Kendi kendine açılıp kapanan kapılar, kalenin içerisinden yükselen çığlıklar ve Daniel’ın beyninde aniden parlayıveren o işitsel flash back’ler ekran başındaki oyuncuyu sürekli tetikte tutuyor, uyutmuyor. Aşağıdaki çeşme gibi tanımlamakta zorluk çektiğim, tuhaf nesnelerle sıklıkla karşılaşabilirsiniz. Bu objelerin bazıları önünüzdeki engelleri aşmak için çözülmeyi bekleyen birer puzzle işlevi de görebiliyor. 4 farklı iksiri karıştırıp patlayıcı elde etmek, vanaları çalıştırmak için kayıp ve parçaları kırık haldeki iki hand drill’i bulup birleştirmek, bozuk asansörü aktive etmek için 3 çözeltiyi doğru yerleştirip ardından bir kol yardımıyla mekanizmayı harekete geçirmek gibi… Kalenin ıssız koridorlarında dolaşırken Daniel’ın tehlike sezgileri alarm verdiğinde duyduğu çıtırdamalar, artan nabız sesleri ve peşimizdeki yaratıktan son sürat kaçarken insanın elini ayağına dolaştıran gerilim müziği de Amnesia’yı işitsel anlamda ‘yeterli’ kılıyor. Her ne kadar nesnelerin fırlatıldıktan sonraki yere/duvara çarpış sesleri birer facia olsa da arka plandaki gerilim müziğinin yerine göre iniş çıkışları oldukça düzenli.


Amnesia’nın en zavallı kaldığı bölüm; grafikler…Bu tip tavanı belli oyunlar için görsel anlamda çıtayı aşağıda tutsam da Frictional Games gerek mekan çizimlerinde, gerek ışık/gölgeleme/hasar alınabilirlik gibi detaylarda hiçbir zahmete girmemiş. Bununla birlikte oyunda şu ağzı geniş yaratıklar dışında neredeyse nefes alabilen bir başka düşmanımız yok ve ilk etaplarda nadiren burun buruna geldiğimiz, bu sayede bize ''Acaba şimdi nereden çıkacaklar?'' şeklinde beklenti temelli psikolojik korku yaşatan bu garip yaratıkların final bölümlerine doğru karşımıza fazlaca çıkıyor olması da zamanla oyun içerisindeki gerilimi yerle bir ediyor.


Sonuç


Türün müdavimi olarak tüm eksiklerine rağmen karşımda gerçek bir horror/survival oyunu bulduğum için mutluyum. Mafia 2, Kane&Lynch ve şuanki Pes, Fifa muhabbetleri arasında esamesi pek okunmasa da kesinlikle edinilmesi gereken bir oyun. Amnesia’dan sonra Frictional Games bandrollü oyunlara ayrı bir dikkatle bakacağımı şimdiden söyleyebilirim.


Mclaren

24 Eylül 2010 Cuma

Beni de Takas Edin Hacı



LeBron, Miami’ye giderken vereceği kararın tüm yan semptomlarını hesaba katmıştı. Kolay yolu seçtiği için eleştirileceğini, Cleveland’da bir şehir efsanesi olma fırsatını kaçırdığını, ileride Jordan mı? Kobe mi? tarzı muhabbetlere konu olamayacağını, kazanılacak her şampiyonlukta ‘Wade olmasaydı başaramazdı’ yaftası yiyeceğini biliyordu. Charles Barkley’den Jordan’a, Magic Johnson’a kadar birçok kişi tarafından eleştirildi, yerden yere vuruldu, antipati topladı, aleyhinde forum grupları açıldı. Çünkü Kral’dı o, sırtında The Chosen yazıyordı. Yüzük için başkasının çöplüğüne gitme ihtimali düşünülemezdi. İki yıldır süre gelen NY muhabbetlerine, çifte yıldızlı Miami’nin cazibesine ve Boozer’la güçlenen Chicago’ya rağmen koca yaz eli kolu bağlı bekleyen Cleveland’ın halkı işi duygusala bağladı, sahip oldukları 7 yıllık maziye güvendi. ‘Yüzük kazandırmadan gitmez, bize borçlu’’ dedi. Ama iş dünyası işte. Duygusallığa yer yok. Bize dört senedir işletme, yönetim ve türevi derslerde bunu öğretiyorlar. Transfer söz konusu olup mikrofonu ellerine aldıklarında ‘’Bizler profesyonel topçularız…’’ diye söze giren adamlar da zaten bunlar değil mi? LeBron Espn’de katıldığı programa adını veren o kararı açıklarken ‘’yüzük için en elverişli takım’’ kriterini ortaya koydu ve kimilerince rasyonel davranarak, kimilerince 7 yılını verdiği şehre ihanet ederek Miami’nin yolunu tuttu.


LeBron’un tercihini hiçbir zaman yargılamadım, haklı nedenleri vardı. Ligin marka değeri en büyük iki oyuncusundan birinin 7 yıldır içerisinde yer aldığı oluşum bu süre zarfında en fazla bir Nba finali görüyorsa burada önce Cleveland idarecilerinin yeterliliği sorgulanmalıydı. Cavs'ı 2003'de 17-65’ten alıp son iki normal sezonda zirveye taşıyan James'i takımın resmi web sayfasından yayınladığı komik mektupla hain ilan eden, hedef gösteren takım sahibi Dan Gilbert ileride muhatabı olacağı eleştirileri başka nasıl püskürtebilirdi ki? Mo Williams, Jamison, Shaq transferleri kralı takımda tutmak adına dışarıya hamle yapıyormuş gibi görünmek ve bir takım defoların üzerini örtmekten başka bir amaç içermiyordu benim nezdimde. LeBron hiçbir zaman o ikinci adamı bulamadı ve olayı da Kobe gibi medyayı yanına alıp ‘’Adam gibi transfer yapın. Yoksa beni takas edin’’ noktasına getirmedi. Ya da Jason Kidd gibi migrenini azdırmadı. Sözleşmesi bitti, son güne kadar bekledi ve tercihini kullandı. The Decision saçmalığı dışında olayı ihanet etti’ye kadar getirenler oldu, helal olsun.


İkinci perde…Takas isteyenler (Paul ve Carmelo)


Asıl olay burada başlıyor. Chris Paul, LeBron James’in pazarlama şirketine geçtikten sonra New Orleans’ın ciddi bir şampiyonluk adayına dönüşemeyeceğine karar verdi ve biraz da LeBron’un gazına gelip takımından takasını istedi. Birkaç gün önce de Carmelo Anthony benzer bir fikre kapılmış olmalı ki; Denver’ın 3 yıllık sözleşme teklifini reddedip ‘’Beni takas edin’’ dedi. Şimdiii…

1. LeBron serbest oyuncu statüsü kazandıktan sonra Miami’ye gitti. Fakat Carmelo ve Paul’ün halen devam etmekte olan sözleşmeleri varken takaslarını istemeleri garip.

2. Takas veya takıma transfer konusunda yöneticilerle bir talepte/fikir alış verişinde bulunulacaksa bile bu taraflar arasında kalmalı, böyle alenen dışarı sızmamalı. İki oyuncu da burada elini kuvvetlendirmek için medyayı kullanıyor.

3. Genel menajeri harekete geçirmek için yapılmış bu zorlamaların geri tepme ( tercih hataları ) ihtimali kuvvetle muhtemel. Ayrıca herkes yolda Gasol bulan Mitch Kupchak kadar şanslı olamayabilir.

4. Chris Paul ciddi bir MVP adayına dönüştüğü sezon Patterson-Peja-West ve Chandler’lı kadrosuyla Hornets’i batı ikinciliğine taşımış fakat play-off’larda Spurs’e toslamışlardı. Ertesi sezon hem yedek kadronun yetersizliği hem de Paul dışındaki ilk beş oyuncularının geriye saymasıyla ancak play-off yapabildiler ve geride bıraktığımız sezonu da nisanda kapattılar. 7 kişilik rotasyonla elde edilen bu başarı sonrasındaki travmatik düşüş CP-3 için bir patlama nedeni olabilir. Fakat Denver gibi halen batıda söz sahibi olabilecek bir takımın formasını terleten Carmelo’nun zoru ne? Onu bir türlü çözemedim. Seneye zaten serbest kalacak. Sıksa ya bir sene dişini!

21 Eylül 2010 Salı

Bihter, Fatmagül. And the Next One?



Amerika’da dizi sezonu açılmaya başladı. Her gün bir dizi sezon prömiyeri yapıyor. Bizim gibi haziran’da perdelerini indirip ağustos sıcağında tekrar açan Türk dizi maratonuna alışkın bünyeler için ecnebilerin verdiği 9 aylık ara epey uzun geliyor malum. Birçok detay unutuluyor, son sezon finalleri tekrar izleniyor, hafızalar tazeleniyor. Komedi hastası olduğum için benim üç günlük takvimim oldukça yoğun. Bu gece 2 Cbs sitcom’u How I Met Your Mother ve vazgeçilmezim Two and a Half Men var. Modern Family ve bir gece sonra da The Big Bang Theory…Evrim'in tavsiyesi üzerine başladığım ve aslında birer efsane olan Dexter’la Fringe’i de biraz geriden takip etmeme rağmen merakla bekliyorum. Fringe belki hakkında methiyeler düzülecek kadar geniş bir back ground’a sahip değil ama JJ Abrams amiyane tabirle içine etmezse bu dizi önümüzdeki dönemin Lost’u olabilir. Her bölümde birbirleriyle ilintili ama şeklen farklı konuları işleyen ve sonunda puzzle’ın parçaları bir araya geldiğinde ortaya esrarengiz görüntüler çıkan müthiş bir bilim-kurgu. Üçüncü sezonu başlamadan evvel elimde 2. sezona ait izlemediğim birkaç bölüm kaldı, şimdilik stokta tutuyorum. Supernatural ve The Mentalist de arkadan yetişebilirsem radarıma çekebileceğim diğer diziler…


Bizim topraklarda ise görüntü aynı. Türk toplumunun kökleşmiş ve hafif saplantılı, duygusal/aşksever girdabına tohum atıp ordan filizlenerek reyting güden senaristlerimiz yine yaratıcı (!) ürünlerle çıkıyorlar karşımıza. Kanal D’de başlayan ve adıyla facebook’a malzeme olan Fatmagül’ün suçu ne? dizisi çok tutar, şimdiden söyleyim. Haziran sonunda Aşk-ı Memnu’yla final yapan Beren Saat daha demlenmeye fırsat bulamadan yine aynı kanalda çıkacak karşımıza. İlk bölümdeki acizkar, tecavüze uğramış görüntüsüyle biz duygusalların kalplerini şimdiden fethetti (!) Kanal D de tek bölümü görücüye çıkmış dizinin aynı gün içinde 3 kez tekrarını verebildiğine göre ilgi ortada, vatana millete hayırlı olsun. Asmalı Konak’tan sonra aşiret dizileri nasıl patladıysa, gençlik/sınıf dizileri bir süre sonra beyaz perde’ye taşınıp ardından insanlara Hababam Sınıfı efsanesini remake ettirebilecek kadar cüretkar duruma getirebiliyorsa bu kavuşamayan sevgililer, töreye yenik düşen aşıklar edebiyatı da elbet şekeri bitene kadar çiğnenecektir. Yine vazgeçilmezimiz aile dramalarını da unutmayalım; Yaprak dökümü... Hafif sosyoelit versiyonu; Aşk-ı Memnu... Bunların devamını da heyecanla bekliyoruz.


Bugün bu ülkede bir bilim-kurgu, bir polisiye dizi neden yapılmıyor denildiğinde aldığımız cevap hep aynı; toplum bunu seviyor. Yani arz-talep meselesi…Bu sebeple senaristlere kız(a)mıyorum, adamlar tüketicinin ne istediğini biliyor ve piyasaya göre oynuyor. Hani bugün Fringe’i bir Türk senaristine emanet edecek olsak diziyi 3 bölüm sonra labaratuar araştırmaları sırasında birbirlerinden etkilenen Peter’la Olivia’nın aşkına çevireceklerinden hiç şüphem yok. Orada FBI, ZFT denen bir organize biyo-terörist grubun sırrını çözmeye çalışıp her bölüm sonunda ağzımızı açık bırakıyor. Bizde de (her ne kadar türleri tamamen farklı olsa da) bunun Emniyet Müdürlüğü versiyonunda Rıza baba ve çetesi kapkaç, koca dayağı yiyip kaçan kadın, okul civarında uyuşturucu satan kurye gibi derin (!) vakalarla uğraşıp her sorunu 90 dakika içinde sektirmeden itinayla çözüyor.


‘Arka Sokaklar’ dizisini eleştirmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Ben sadece bizim senaristlerin ‘Halk bunu seviyor’ klişelerinden uzaklaşıp önümüze daha farklı türleri sunmasını istiyorum. En azından bir denensin, görülsün. Şu bahsini ettiğim yabancı dizilere kendi insanımızın gösterdiği yoğun ilgi ve alt yazılarının haftalık indirilme rakamları bile bu türlerin bizim topraklarımızda ne kadar ilgi uyandırabileceğinin göstergesi aslında. ‘ Onu ancak el oğlu yapar. Bizde o kadar geniş düşünecek beyin yok. Ya da maliyeti bizi aşar’ diyenler olabilir. Ama ben hiçbir kanal, yapımcı veya senaristimizde ‘kendiliğinden desteklenmiş bir farklılık yaratma arzusu’ göremedim. ‘’X kanalında şu dizi çok tuttu. Hemen copy-paste. Biz de yapalım.’’ Ve bu sadece dizi eksenli bir süreç de değil. İnsanların evine girme, özelini görme gibi tamamen merak temelli bir hastalığımız var. Bunun için Yemekteyiz programı bu kadar çok tuttu. Bunun için Star Tv ‘’Yemeğe bizdeyiz’’ diye aynı formatı kopyala-yapıştır yaptı. Bunun için zamanın BBG yarışmaları beşinci, altıncı evrelerini gördü. Merak, duygusallık, ajitasyon. Bizdeki reytingin üç temel sac ayağı…


Şu an sağlam bir dublaj yapılsa Ezel dışında uluslar arası alanda izlenebilecek kaç dizimiz var? Halil ile Menekşe’nin aşkını Arap yarım adası dışında kim takar? Bizde tür/çeşit sayısının azlığına rağmen halen çekimi devam eden 100’ün üzerinde dizi var ve belki de 3-4 bölüm sonra rafa kalkan dizilerin son nefeslerini verme sebebi de bu; aynı rutini takip edip kadroca daha güçlü yapımlara yenik düşmek…


Her işletme muhatap olduğu güruhun taleplerine yanıt verir, istenileni üretir. Fakat daha farklı ürünler talep eden azınlığa hitap edecek paketlerle de örnek teşkil edilip, bununla birlikte mevcut kitleler pekala genişletilebilir. Ben kimsenin kalite olarak bir Fringe, bir Lost yapmasını beklemiyorum. Ama Bihter’den sadece 3 ay sonra daha sapsız versiyonunu, yine aynı yüzle görmeye de tahammül edemiyorum.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Nurcan'a Maddi-Manevi



Yoğun (!) gündem arasında böyle güzellikler kaybolup gidiyor. Nurcan Taylan dünya halter şampiyonasında silkmede 121 kilo kaldırarak dünya rekoru kırdı ve toplamda da 214 kilo kaldırarak şampiyonayı 3 altınla tamamladı. Bu başarısı Marsel gibi, Kenan Sofuoğlu gibi gündemi en fazla 24 saat meşgul edecek olsa da 'maddi-manevi' her türlü övgüyü hak ediyor. Elimden gelen bir kuru teşekkürle o manevi desteği ben vermiş olayım. Milli basketbol takımına kişi başı 1.5 milyon TL veren hükümet de umarım maddi kısmını düşünecektir. 

foto: ntvspor.net     

13 Eylül 2010 Pazartesi

Türkiye 64 - 81 ABD (Gururluyuz)



Yıpratıcı bir Sırbistan maçından sadece 24 saat sonra Amerika gibi atlet bir takıma karşı oynamak kolay değil. Az önce Ntvspor’da maç sonu röportajları seyrettim. Birçok oyuncumuz gece 01:30’da yemekten kalktıklarını, sabahın erken saatlerine kadar uyuyamadıklarını söyledi. Amerika’nın zaferini gölgelemek gibi bir niyetim yok, yanlış anlaşılmasın ama yarı finalden sonraki bir günlük dinlenme, enerjisiyle var olan bir takım için belki çok şey ifade edebilirdi. FIBA umarım ileriki turnuvalarda, en azından yarı final maçlarından sonra takımlara bir soluklanma fırsatı tanır.


Maça gelirsek; milli takım ilk dakikalarda hücumda doğru tercihler kullanarak başladı oyuna. Dışarıdan panik atışları yapmadan sürekli içeri zorlayıp, dribling üzerinden potaya yürümeye çalıştık ve girdiğimiz pozisyonlarda son dokunuşları iyi yapamasak da Ömer, Hidayet ve Ersan’la bol bol serbest atış çizgisini ziyaret ettik. İlk 8 sayımızın 6’sı çizgiden geldi. Iguadala’ya karşı size avantajını elinde tutan Hido’nun ilk periyoddaki iki üçlüğü de o ilk düzlükte elimizi epey rahatlattı. Amerika ise buna en tehlikeli silahı Kevin Durant’le karşılık verdi. Potaya yüklenen rakip guard’ların penetre koridorunu kapatmak için içeriyi biraz kalabalık tutma tercihimiz ve bu sayede rakibin 3 sayı çizgisinin gerisinde yarattığı rahat pas trafiğinin sonunda -her seferinde Kevin Durant’i bulma becerisi savunma direncimizi olumsuz etkiledi. 7/13 üç sayı isabetiyle oynayan genç yıldız bize bayağı zorluk çıkardı.


Skorun 17-17’de eşitlendiği dakikadan sonra savunmada kemerleri sıkan Abd zaman geçtikçe baskıyı artırıp oyun kontrolünü eline aldı. Rakibin atletizmine karşı pota altındaki boy avantajını kullanmamız gerekiyordu ama topu bir türlü boyalı alana indiremedik. Artan top kayıpları ve rakibe verdiğimiz hücum ribaundları da (Westbrook tek başına 3 hücum ribaundu çekti) üzerine eklenince birleşik devletler bunu tabelaya yansıtmakta gecikmedi. Soyunma odasına 10 sayı geride gittik. Abd ilk yarıda Kevin Durant’in yanına ikinci bir skorer ekleyebilseydi farkı daha trajik boyutlara taşıyabilirdi.


İkinci yarıya taraftar desteğiyle yine umutlu başladık fakat Durant’in üç sayı çizgisinin gerisinden peş peşe soktuğu iki killer shot salonda soğuk bir duş etkisi yarattı. Ömer Onan’ın enerjisi, Ender Arslan’ın set üzerinden olmasa da bireysel çabasıyla dışarıdan ürettiği sayılar oyundan kopmamızı bir şekilde engelledi ama Durant’in üçlükleri ilerleyen dakikalarda farkın yeniden tek haneli sayılara inmemesi adına adeta bir tampon işlevi gördü. İkinci yarıda Semih ve Ömer Aşık’ı daha fazla kullanmaya çalıştık fakat iki uzunumuz da topu sürekli potadan çok uzakta alınca o beklediğimiz post move’lar üzerinden skor üretimi gerçekleşmedi. Ender-Ömer Onan-Semih üçlüsü bu çeyrekte uzun süre oyunda kaldı ve yaşadıkları fiziksel düşüş, hücum sonrası geri dönüşlerde ve adam paylaşımında yaşanan sıkıntıyı iyice körükledi.


Kevin Durant’in saha içinde aktif dinlenmeye geçtiği anlarda hücum yükünü Westbrook ve Odom sırtladı. Derrick Rose ve Russell Westbrook gibi şutu zayıf guard’ların atışlarını riske edip bu sayede bir ekstra adamla dışarıya (Durant’e) yardım getirmeye çalışsak da 5 grup maçında sadece 1 üçlük deneyen WBrook bugün çizginin gerisinden 2 ceza şutu soktu. Ersan’dan yine hiç katkı alamadık. Hidayet dışında çift haneli sayılara ikinci bir oyuncu çıkaramadık. Kullandığımız 27 serbest atışın 10'unda karavana attık. Savunmada da turnuvadaki 9. maçımızı oynuyor olmanın etkisiyle ayaklar gitmemeye başlayınca dün bizden 2.5 saat önce, görece daha basit bir Litvanya maçı oynayan Abd’yi devirmek haliyle mümkün olmadı.


Maçın koptuğu son 3-4 dakikalık dilimde taraftar ayağa kalkıp tüm oyuncuları bağrına bastı. Amerika da turnuva öncesi kafalarda soru işaretleri yaratan genç ve mütevazi kadrosuyla namağlup altına uzandı. Turnuvanın Mvp’si seçilen Durant’e hayranlığım bu şampiyonayla birlikte bir kat daha arttı. Hido en iyi 5’e seçildi, göğsümüzü kabarttı. Her şeyiyle müthiş bir turnuva oldu. 2 kez ciddi ciddi kaybetme noktasına geldiğimiz bu organizasyondan alnımızın akıyla çıkmayı başardık.


Bundan sonrası geldiğimiz noktayı koruma, bu tip alışkanlıkları yeni oyuncularla, yeni jenerasyonlarla sürdürme vakti. Tekrar tebrikler 12 dev adam. Tebrikler 12 dev yürek…

12 Eylül 2010 Pazar

Finaldeyiz!



Aynı rüyayı 2002’de A milli futbol takımıyla yaşamıştım. İlhan’ın Senegal’e attığı golün ardından maç için lise kantinini kapatan zıpkın fizikçimizin üstüne balıklama atladığımı hatırlıyorum mutluluktan. Üçüncülüğümüzü tescilletip Güney Koreli futbolcularla sahayı omuz omuza tavaf ederken de sanırım yarı ayık vaziyetteydim. Gazetelerin ‘’48 yıl aradan sonra katıldığımız dünya kupasında ikinci turdayız…’’ ile başlayıp tur atladıkça aynı dizeler üzerinden şekilenen sür manşetleri hala zihnime kazılı. Ve tabii tırnaklarımızı kemirerek izlediğimiz Kosta Rika – Brezilya maçı, İlhan’ın yarı final getiren altın vuruşu, Hakan Şükür’e kupa tarihinin en hızlı golcüsü unvanını getiren gol dahil unutulmayacak bir çok detay, anı... Tarkan'ın arar buluruz'u, M. Sandal'ın pazara kadar değil mezara kadar'ı eşliğinde yaşanmış tarihi bir serüven.


Bugün de işte böyle bir gün. Bundan belki 8 sene sonra Kerem’in turnikesini, Semih’in bloğunu, Murathanoğlu-Bayülken ekürisinin adrenalini bol sunumunu ve her maç bitimindeki Irmak Kazuk feat. 12 Dev Adam kliplerini hatırlayacağız kim bilir. Keyfini çıkarın hep beraber, ülkece keyfini çıkaralım. İçimden teknik, taktik anlamda bir şey yazmak gelmiyor inanın, bunu bir seferlik yaşadığım duygu patlamasının dışa vurumu olarak görün.


Yunanistan’ı yendiğimiz gün ‘’Liderlik için dev adım attık, Abd ile finale kadar eşleşme ihtimalimiz yok. Bu bizim madalya şansımızı yada alacağımız madalyanın rengini belirleyecek’’ demiştim. İşte o grup birinciliğinin meyvesini şimdi yiyoruz. Geçtiğimiz sene Polonya’da yenildiğimiz Rusya, Yunanistan, Fransa ve Slovenya’yı kendi sahamızda ezerek yenmek, arkasından bize sürekli ters gelen Sırpları turnuva dışında bırakmak müthiş bir keyif. Bugün belki maçı baştan sona geride götürdük ama Arjantin ve İspanya’yı son saniyelerde deviren, maç sonlarını oynama tecrübesi görece (kendilerince) bizden iyi olan Sırbistan’ı bitime 0.5 saniye kala Kerem’in turnikesiyle mağlup ettik. Direndik, birçok kırılma eşiğinden geçtik. Ne kadar istediğimizi, vazgeçmeyeceğimizi gösterdik. Bizden daha iyi maç sonu oynayan (!) Sırbistan için de manidar bir kapanış oldu.


Abd maçından önce takımda hafif bir ‘misyonumuzu tamamladık’ havası var. Bu rahatlık bu akşamki final maçında bizim için bir avantaj olabilir. Bunun yanında Amerika’ya karşı uygulayacağımız, rakibin de zaman zaman çözüm üretmekte zorlandığı alan savunması, kısaların penetre yollarını kapatıp onları biraz daha dış şuta zorlamamız durumunda bir panzehir olabilir. Yine hücum sonrası geri dönüşler, rakibe açık alanda hücum etme/fast break fırsatı vermeme ve ribaund'lar da belirleyici olacak diğer etmenler...


3-4 yıldır nihai hedef gösterilen 2010, kimsenin ummadığı bir başarıyla taçlandı. Beğendik, eleştirdik, herkes hakkını helal etsin. Ve teşekkürler…Yıllar sonra paylaşacağımız bir anıyı daha bizlere yaşattığınız için…

11 Eylül 2010 Cumartesi

Laf-ü Güzaf #1


''Birçok Avrupa kulübünden teklif aldım ama Milan'da oynamak en büyük hayalimdi'' -Robinho

Tamam, Beşiktaş'a gelmediğin (ya da alamadığımız için) için ufak bir kırgınlığım var fakat İtalyanlara sevimli görünmek için de bu kadar kasmana gerek yok be Robinho! Madrid görmüş adamsın.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Türkiye 95 - 77 Fransa



Hesap kitap peşindeki takımlar birer birer yolcu oluyor. Dün Yunanistan, bugün de koçlarının açıkça ‘’Türkiye’den kaçmaya çalıştık’’ dediği Fransızlar…


Turnuvaya 3’te 3’le başlamasına karşın D grubunu 4. sırada bitiren, İspanya’yı mağlup edip Yeni Zelanda’dan 12 sayı fark yiyebilen Fransa’nın bu dengesizliği maç öncesi bizim açımızdan ufak bir endişe yaratsa da o endişe tip-off’la birlikte yerini coşkuya, rahatlığa bıraktı. Maça adam adama savunmayla başladık. Tanjevic, Parker’ın yokluğunda takımın beyni işlevi gören Batum’u Ömer Onan’la eşleştirirken karşı taraftan da Hidayet’e karşı Diaw hamlesi geldi. Ersan’ın bir türlü ritm bulamadığı ilk perdeye peş peşe iki üçlük sığdıran Hido hafiften ‘geliyorum’ mesajı verirken Ali Traore ve Ian Mahimni’nin erken faul problemine girmesiyle uzunlarımız içeride daha rahat hareket alanı buldu ve boyalı alan üstünlüğü otomatikman tarafımıza geçti. Fransa’ya karşı geri koşmakta ve içeride sürekli hücum ribaundu kovalayan atlet uzunlarını kontrol etmekte bir sıkıntı yaşamadık. Fakat bire birde topa yeterince baskı uygulayamadığımız için bu durum rakibe birkaç basit pas organizasyonuyla dışarıdan boş şut imkanı bulma ve çember altına sarkan ikinci uzunla savunma dengemizi bozma şansı tanıyordu. Nitekim De Colo’nun el bile gösteremediğimiz alarm niteliğindeki boş üçlüğünün ardından doğru olanı yapıp bire bir’i bırakarak alan savunmasına geçtik ve bu hamleyle rüzgarın yönü tamamen tarafımıza döndü.


İki guard’ın ön alan baskısıyla başlayan ve Ömer Aşık’ın tek başına boyalı alanın ortasını kapatmasıyla şekillenen 2-1-2 alan savunmamız Rusya ve Yunanistan’dan sonra Fransa’yı da ritminin dışına çıkardı. Zone defansı cezalandıracak etkili bir şutörü olmayan Fransızlar, Boris Diaw’ı savunmamızın ortasına sokup onun dışarı dağıtacağı paslar sonrası kısalarla içeri penetre fırsatı aradıysa da takım halinde o kayma rotasyonunu yine başarıyla uyguladık ve istedikleri boşluğu vermedik. Oyun kurucu pozisyonunda oynayan De Colo, Bokolo ve Albicy üçlüsünden hiçbiri takımı kumanda edecek yeterliliğe sahip değildi ve bu sıkıntılı dakikalarda hep bir ‘beynin’ eksikliğini hissettiler. Alan savunmasına geçince ön alanda yaptığımız baskı bize ilk yarıda tam 7 top kazandırdı. Kaptığımız topların çoğunu fast break’le sonuçlandırdık. Ekrana bir ara fast break sayılarında 14-4 üstün olduğumuz verisi yansıyordu ki; Fransa gibi çabuk ve atlet bir takıma karşı elde edilen bu istatistiğin ne kadar önemli olduğunu sanırım söylemeye gerek yok.


İkinci yarının başında Hidayet’in üçlükleri sonrası 20’yi bulan farkla maç kopma noktasına geldi. Skorun yarattığı rehavetle hem hücum hem savunmada agresifliğimizi yitirmeye başladık. ‘70-75 atarız’ öngörüsünde bulunduğum maçı 95’le bitirmemize ve tabelanın bu kadar şişmesine vesile olan şey; kazananın üç aşağı beş yukarı belli olduğu son 10-12 dakikalık periyodun adeta gazozuna halı saha maçı havasında oynanması… Diaw ikinci yarıda resmen şut idmanı yaptı. Bizim taraftaysa resmen Sinan Güler resitali vardı. 8/10 saha içi isabetiyle 17 sayı attı Sinan, rakibin her geri dönüş hamlesine karşılık verdi. Grup maçlarında beklentilerin altında kalan Hido da 20 sayı, 4 ribaund, 3 asist koydu yanına. Bu sayede Ersan’ın kötü oynadığı bir günde 18 sayı farkla maç kazandık. Şimdi Kerem Tunçeri’den gelecek sağlık raporuna bakıyoruz. Umarım ciddi bir şeyi yoktur Kerem’in. Ona son 8’de çok ihtiyacımız olacak.


Sırbistan - Hırvatistan ve Yunanistan – İspanya açılışından sonra bugünkü devam maçları kalite olarak kimseyi tatmin etmedi ama biz yolumuza devam ediyoruz. Slovenya maçı kuşkusuz bundan çok daha farklı bir havada oynanacak. Oradaki senaryoları zaten bol bol konuşacağız. Şimdi son sekizin keyfini çıkarma zamanı…

4 Eylül 2010 Cumartesi

Kayserispor'dan Ahlak (!) Dersi


Kayserispor kulübünden açıklama:

"Milli futbolcumuz Arda Turan konusunda Galatasaray kulübü'nün Atletico Madrid'e karşı onurlu duruşunu destekliyoruz. Galatasaray Kulübü başkanı sayın Adnan Polat'ın Galatasaray kaptanına etik ve ahlak dışı yapılan teklifi değerlendirme gereği bile duymaması, haysiyetli bir kulübün yapması gereken doğru tavırdır. Umuyoruz ki, Atletico Madrid kulübü'nün FIFA ve UEFA'daki gücü ve medya yardımıyla Galatasaray kulübünü haksız, geçimsiz ve sevimsiz gösterme çabalarına T.F.F. dahil herkes adalet ve asalet gereği tepki gösterir."


Hafta içerisinde Ntv’de yayınlanan %100 Futbol programına konuşan Adnan Polat, Atletico Madrid’in Arda için önerdiği 11 milyon avroluk teklif için ‘’Transfer döneminin bitmesine 24 saat kala Arda'nın menajeri beni arayıp, "Arda'ya büyük bir kulüpten önemli bir teklif var" dedi. Ben de "24 saat kala kimse Galatasaray kulübünün kaptanını alamaz. Teklifi duymak bile istemiyorum" dedim. Ayrıca Arda milli takımda diye ona da haber vermeyin dedim. Ancak gördüm ki benden önce tüm medyaya haber verilmiş. Arda'ya en az 3-4 kere gidilmiş. Söylenen o ki Atletico Madrid'in bir yöneticisi Arda'yla Swiss Otel'de görüşmüş. Bu durum doğruysa Atletico Madrid'i Uefa'ya şikayet etmemiz gerekir’’ şeklinde bir beyanat vermiş ve eklemişti: ‘’ Ben hiçbir futbolcuma esir muamelesi yapmıyorum. Eğer gönlünde başka bir yere gitme isteği varsa, ekonomik şartlar uygunsa Arda olsun başkası olsun yolunu açarım. Bunu futbolcularıma da söyledim. Ancak yangından mal kaçırır gibi son gün son dakikada gelip futbolcumuzu almaya çalışanlar hayal görüyorlardır."


Adnan Polat’ın bu açıklamalarından sonra Kayserispor’dan resmi web sitesi aracılığıyla destek minvalinde bir açıklama geldi. Teklifin geliş şeklini camia olarak pek etik bulmamışlar. Bu, söz konusu oyuncunun zihnini bulandırmaktan başka bir şey değilmiş. Federasyon harekete geçmeliymiş, Galatasaray’ın hakkı savunulmalıymış… Mehmet Topuz transferinde Beşiktaş’ı ‘’bonservisi kulübünde olan futbolcuyu ayartmaya çalışmakla’’ suçlayan, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin zamanında Mehmet Topuz ve Gökhan Ünal’ı transfer etmek için bu iki oyuncunun kafasını karıştırdığını iddia edip Kayseri Cumhuriyet meydanına yukarıdaki 'satmıyoruz' pankartını astıran Kayserispor yönetimi iyi güzel söylüyor da benim anlamadığım yakın geçmişteki James Troisi ve Ali Turan vakaları sizce de bu camia için garip bir ironi oluşturmuyor mu?

James Troisi nasıl geldi?


James Troisi’nin Kayserispor’a gelmeden önce Gençlerbirliği ile devam eden 2 yıllık sözleşmesi vardı. Ardından İlhan Cavcav’ın ancak televizyon aracılığıyla öğrenebildiği bir gizli operasyonla bu şehre geldi, 4 yıllık sözleşmeye imza attı. Cavcav bu anlaşmayı kabul etmedi. Kayserispor kulübü ise Troisi’nin Gençlerbirliği kulübü ile masaya oturmadan evvel esas sözleşme öncesi bir ön protokol yaptığını ve bu protokolde yer alan ‘’Oyuncu 1 milyon doları ödediği takdirde kulüple bağlarını koparabilir’’ maddesi gereğince ilgili oyuncunun Gençlerbirliği hesabına ‘’kendi cebinden’’ 1 milyon dolar yatırarak serbest kaldığını ve tamamen hukuk kuralları çerçevesinde kendi kulüpleriyle sözleşme imzaladığını duyurdu. Söz konusu ön protokolün esas sözleşmeyle birlikte geçerliliğini kaybettiğini söyleyen Cavcav olayı federasyona taşıdıysa da bir takım ayarlamaların ardından konu kapandı, Avustralyalı Kayseri’de kaldı.


Şimdi sormak lazım;


1. ‘’Bonservisi bizde olan topçuya teklif verecekler önce bizimle muhatap olacaklar’’ diyen Kayserispor’un Gençlerbirliği ile sözleşmesi devam eden Troisi’yi adeta kaçırarak Kayseri’ye getirmesi ne kadar etiktir?

2. Troisi 1 milyon dolar verip serbest kalabiliyorsa bile sözleşmedeki açığı kullanıp futbolcunun aklını çelmek hangi temiz ahlakın ürünüdür?

3. Ali Turan’ı bizden izinsiz Galatasaray kulübü ile görüştü diye kadro dışı bırakan sendin. Sözleşmesinin dolmasına 6 ay kala stoperinle görüşen de Galatasaray’dı. Burada senin etiğine (!) ters davranan Galatasaray’ı yada başkanını durup dururken sayfana taşımanın, haklı çıkarmanın gerekçesi ne?


İlk paragraftaki açıklamaları başka bir kulüp yapmış olsa anlarım fakat bunu yakın zamanda Galatasaray’la papaz olmuş, etik etik diye bağırıp sonra başkalarının sözleşmeli topçusuna göz koyan Kayserispor’un yapıyor olması son derece komik ve komik olduğu kadar da ironik…


Kayserispor mümkünse bu ekranda lige keyif katan, patlama potansiyeli yüksek bir Anadolu takımı olarak kalsın. Olabiliyorsa yeni Bursa olsunlar. Fakat kimseye aynı ekrandan ahlak, etik yada haysiyet dersi vermesinler.

Not: Adnan Polat'a ait demeçler ntvspor.net adresinden alınmıştır.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Türkiye 76 - 65 Yunanistan



Perşembe günkü final sınavımdan dolayı maçı bir gözümle işletme finansmanı kitabını diğer gözümle monitörü süzerek izledim, gözden kaçırdığım ayrıntılar mutlaka olmuştur. Psikolojisi, tansiyonu, atmosferi bir tarafa bu maç, kazanmamız durumunda bizi grup lideri yapıp finallere kadar Abd’yle eşleşme dışında tutacağı için bir anlamda turnuvadaki madalya şansımızı belirleyecekti. Bu açıdan daha anlamlı bir galibiyet oldu. 2009 Polonya’yı hatırlayacak olursak; orda da ikinci tur gruplarında namağlup liderken son maçta Slovenya’yı yenip ilerleyen turlarda Hırvatistan, Rusya ve Sırbistan’ın bulunduğu kulvardan finale rahat yürüyebilme şansımız vardı. Slovenya mağlubiyeti bizi grupta ikinci sıraya itince kendimizi Yunanistan, İspanya ve Fransa’lı daha sert kulvarda bulmuştuk ve çeyrek finalde komşuya kaybedip –Polonya’da final oynayan iki takımı da mağlup ettiğimiz şampiyonanın dışında kalmıştık. Bir yıl öncesinden ders çıkaran takımın şimdi bunun farkındalığıyla oynuyor olması oldukça önemli.


Maçtan önceki en büyük merakım; Rusya karşısında işe yarayan alan savunmasının Yunanistan’a karşı göstereceği reaksiyondu. Ersan’ın 26 sayılık performansı elbet her türlü övgüyü hak eder yalnız bu galibiyet yine bu turnuvayla yavaş yavaş takım karakteristiğine oturmaya başlayan zone defansın zaferi… İlk dakikalarda Spanoulis’i Ömer Onan’a kurban veren Yunanistan yine penetre sonrası paslarla topu potadan uzakta konuşlanan şutör uzunlarına çıkarıp dışarıdan/orta mesafeden sayı üretimine gitti. İlk molanın ardından Sofo’yu oyuna sokup bu sefer oyunun yönünü alçak posta çevirdiler ve 2.06’lık pivotun içeride yarattığı size avantajını kullandılar. Sofo onları içeride bir süre idare etti. Fakat milliler alan savunmasına geçince Yunanistan cephesinde artçı sarsıntılar belirmeye başladı. Ömer Aşık ve Semih topun boyalı alana artık nadir indiği anlarda Sofo’ya faul yapma pahasına potayı göstermedi. İçeri sızan kısalar Murat Murathanoğlu'nun yeri göğü inleten blok nidaları eşliğinde yine bu tandemin engeline takıldı. Yunanistan topu üç sayı çizgisi civarında çevirip şut veya penetre için boşluklar ararken zone’un gerektirdiği stence’leri takım halinde başarıyla uyguladık ve topu dışarıda eline alan her Yunanlıyı en az bir oyuncuyla karşılamayı bildik, boşluk vermedik. Bugün Yunanistan’ın 22 ikilik, 33 tane de üçlük kullanması tamamen topun alan savunması karşısında pota altına indirilememesi ve neticesinde hücumların dış şutlara bağımlı kalmasıyla ilintili. 33 üçlükte 10 isabetle maç kazanmak da ancak bu kadar mümkün.


Yunanistan’ın bize cevabı tam sahada baskı yapıp bizi top kaybına zorlamak şeklinde oldu. İkinci yarıda bir ara topu yarı sahaya Semih’le taşımak zorunda kalsak da bu baskı ciddi bir etki yaratmadı. Hücumda iç-dış dengesini müthiş oturttuk. Ersan dışarıdan 6’da 6 üç sayı isabetiyle oynadı, boyalı alanda da Semih ve Ömer’in total üretimi 22 sayıyı buldu. Hidayet’in 8 sayı, 6 ribaundunu ‘’Bu seferlik de böyle olsun’’ diyip geçiştirdik. Yalnız 12 şutta 2 isabet kesinlikle Hido’nun rakamları değil. İşler yolunda giderken olumsuz düşünmek istemiyorum fakat şu şartlarda yiyeceğimiz bir kaza kurşununda sehpaya oturacak ilk kişi sanırım Hidayet olur. Sinan Güler'in savunmaya kattığı enerjinin bir benzerini dün hücuma getiren, top bizdeyken dizginleri ele alıp takımı yönlendiren, hücumda temponun belirli bir seviyenin altına inmesini engelleyen Kerem Tunçeri de saygıyı fazlasıyla hak edenlerden…


Şimdi önümüzde Porto Riko ve Çin maçları var. Takım hazır kazanma havasına girmişken iki maçı da kazanıp bu gruptan namağlup lider çıkacağımızı düşünüyorum. Sonrasında önümüze gelen rakiplere göre madalya şansımızı daha rahat konuşabiliriz.