7 Ekim 2011 Cuma

Hi! I’m Walden Schmidt. I will grow up!!!



(Dizinin 9. sezonuna dair hafif spoiler içerir)


Hatırlarsak Charlie Sheen alkol tedavisi görmek için yapımcılardan izin alıp, that darn priest bölümünden sonra 8. sezonun kalan kısmını iptal ettirmiş ve çekimi yapılmayan bölümler için diğer oyuncuların uğrayacağı zararı tazmin edeceğini söyleyerek inzivaya çekilmişti. Sonra ne olduysa dizinin yapımcılarıyla aralarında başlayan absürd söz düellosu, ödenen ücreti az bulması,  bir porno yıldızıyla beraber tatile çıkarken görüntülenmesi ve son olarak Warner Bros’u mahkemeyle tehdit edip aba altından sopa göstermesi derken Charlie’nin ipi çekildi. (Kim haklı kim haksız, orasını bilmiyorum. Husumetin basına yansıyan kadarı bile fazlasıyla iğreti.) Normalde 8 yıllık bir yapımın en tepesindeki adamı aşağı indiriyorsan o dizi orada biter. Ama mevcut kapital düzende bu kadar yüksek reytingler getiren bir diziyi bitirmek de kolay karar değil. Chuck Lorre da farkındaydı, bir süre sonra Ashton Kutcher duyuruldu.


Yer yüzünde hangi oyuncuyu getirirsen getir, onu Charlie Harper'ın koltuğuna oturtamazsın, aynı keyfi vermez. Charlie Sheen’nin ‘yeri doldurulamayacak tiyatral kalitesiyle’ ilgisi yok tabii bunun, tamamen göz aşinalığı. Yoksa dizi sıfırdan başlasa bin tane Charlie Harper bulursun. Ana karakterin ölmüş, hikaye onun üzerine kurulu olduğu için senaryoyu revize etme şansın da yok. Ee, o zaman yapacağın şey belli; popüler, kitlesi olan bir ekran yüzünü farklı bir rolde diziye monte etmek. Chuck Lorre en makul olanını yaptı.


Dizi nasıl gidiyor?


Üç bölümü geride bırakmışken dizinin üzülerek two and a half men olmaktan çıktığını söyleyebilirim. Bunun da iki sebebi var. Birincisi; bu dizi çapkın abi Charlie ile tertipli ve düzenli bir hayatı olsun isteyen kardeş Alan’ın iki farklı uç noktada birleşen hayatlarının, fikir anlayışlarının yarattığı kargaşa ile yarım adam Jack’in bu karma tandemden kendi kişiliğini oluşturma gayretinden besleniyordu. Charlie’yi puzzle’ın içinden çekince Alan yalnız ve didişecek kimsesi kalmamış, Jack de 9*3’te görüldüğü gibi resmen bir figüran haline getirilmiş durumda. Yani Charlie bu dizide bir Quaresma değil, bir Alex’ti. Sadece tek başına oynamıyor, oyunuyla yanındaki arkadaşlarının performansını da bir kademe yukarı çekiyordu. İkincisi; bu dizide Coupling’deki gibi 1. dakikadan son ana kadar yazılmış organize bir olay örgüsü yok. Diziye güzellik katan, cilalayan unsur her zaman Charlie ile Alan’ın spontane biçimde birbirlerine laf sokmaları, yer yer bel altı vurmaları olmuştur. Şimdiyse Charlie’siz Alan, Hacivat'sız Karagöz olmuş.


Hi! I’m Walden. I will grow up!!!


Walden, Charlie’nin tam tersi bir karakter. Charlie ne kadar zeki, ne kadar çapkınsa, Walden da bir o kadar aptal ve eşine, evliliğine bağlı bir adam(!) Yapımcıların bu kadar mütevazi bir karakter yaratmaları başta biraz saçma gelebilir ama dizinin dinamiklerini bozmamak adına bence doğru olan yapılmış. Çünkü two and a half men’in yapısında her zaman bir uç karakter (Charlie) ile bir dengeleyici (Alan) vardı. Charlie yer, içer, sıçar Alan da özellikle Jack kötü etkilenmesin diye sürekli iyi baba rolünü oynardı. Kağıt üzerinde Ashton Kutcher’ın ana rolde olması bekleniyordu. Fakat onun uç karakter olarak diziye montajının hali hazırda twitter’ın en fazla takip edilen ünlülerinden biri olması ve sahip olduğu populariteyle Jon Cryer’ı ezme ihtimalinden endişe duyulmuş olacak ki; kendisine daha sade bir rol biçilmiş. Keza alkol ve kadın düşkünü bir Walden bu diziyi gereğinden fazla domine ederdi. Fikir başından beri şuydu; Walden figüran da olsa kazandırır, biz Alan’ı kaybetmeyelim.


Ha Alan elbette o koltukta Charlie gibi çapkınlık yapıp bizi gönül maceralarıyla eğlendirerek oturmayacak. Onu tatlı cimriliğiyle, ufak düzenbazlıklarıyla sevdik, yine o yoldan yürüyecek. Evini Walden’a sattı, gidecek yeri yok, yine numarasını yapıp kendisini acındırarak eski evinde kalmaya çalışacak. Hatta ilerleyen bölümlerde Walden’ın saflığından yararlanıp belki onu didiklemeye başlayacak. Zaten hatırlarsınız, Charlie Sheen’in 8. sezonun ortalarında ayakta duracak hali yokken Alan ev ahalisinden para düdükleyip milleti faiz vaatleriyle kazıklamaya başlamıştı. Chuck Lorre zaten onu bu günler için hazırlıyor gibiydi.


Dizinin geleceği


Eskisi kadar komik gelmiyor. Bence dizideki keyfi artırmak için yan karakterler daha fazla ön plana çıkmalı. Sekiz sezondur izliyorum, genelde en komik bölümler Berta ve Evely Harper’ın ön plana çıktığı bölümler olmuştur. Bu iki karakter biraz daha dizinin içine girmeli. Bu dizideki en kral adamlarımdan Herb de olabilir bu. Hatta eczacı Russell da.


Walden son derece karizmatik adam. Alan, Walden’la takılıp bir yancı edasıyla kızları ağına düşürerek bize Charlie’den esintiler sunabilir. Ya da Judith’in son bölümde Walden’a asıldığını gören Alan kıskançlık krizine girip Herb’le iş birliği yaparak yeni ev sahibinin altını oyabilir. Ya da atıyorum dışarıdan Walden’ın bir akrabası (mesela kuzeni) gelip bir süreliğine eve yerleşerek ortama renk katabilir, zira Walden dizide tek başına çok yalın duruyor. Charlie’nin yokluğu o evde tek bir adamın gelmesiyle dolacak iş değildi. Berta’nın taşınması da iyi oldu. Alan’la yapacağı oda savaşı fazlasıyla keyif verecektir. Balkon güzeli Rose’u da bir yerden hikayenin içerisine yedirmek lazım, fazlasıyla değerli bir karakter.


Kafada senaryo çok, dizinin temposunu/ivmesini kaybettiği su götürmez ama tekrar hareketlendirmek adına elde yapılacak çok malzeme var. Bundan sonrası yapımcıların işi. Dizi farklı bir dizi haline gelse de ortaya yaratıcı bir şeyler sunulması durumunda ekrana farklı bir gözle bakıp yine takip etmeye devam ederiz.


16 Ağustos 2011 Salı

Tenis Bahisleri Üzerine



Futboldan uzak kaldığımız sıcak yaz günlerinde bülten darlığından ötürü bolca tenis bahisi oynadım. Önceden yalnızca top player’lar hakkında fikir sahibi olan ve sadece Grand slam’leri takip eden bünyem bir anda gece yarılarında ATP tour maçları kovalar hale geldi:) Bu elbette beni bir tenis gurmesi yapmaz yada tenisten anladığım manasına gelmez. Yazacaklarımın da genel-geçer şeyler olduklarını iddia etmiyorum. Maksat; gördüğümüzü paylaşalım.

- Current ranking’lere göre bahis yapmayın.

Futbolda hakkında bilgi sahibi olmadığımız, ‘şu takımdan bir topçu ismi söyle bakalım’ dendiğinde apışıp kaldığımız liglere puan tablosuna bakarak oynamaktan daha yanlış bir şey varsa o da teniste raketlerin Atp sıralamasına bakarak bahis yapmaktır. Futbol, basketbol gibi kolektif sporlarda bu formül bir yere kadar kazandırır fakat tenis tamamen bireysel ve değişkenleri bol olan bir spor. Oyuncunun moral-motivasyonu, zindeliği, son dönemde katıldığı turnuva sayısı, kortun tipi, rakibinin kendisine ters gelme durumu, sakatlık gibi neticeye etki eden bir ton faktör var. Dün Fish-Djokovic finaliyle sona eren, Federer, Nadal ve Andy Murray’nin çeyrek final yapamadan veda ettikleri Rogers Cup bu açıdan güzel bir örnek. Ayrıca sıralamada 20-45 arasında yer alan sporcular arasında gerçekten de çok uçuk bir kalite farkı yok (Özellikle bayanlarda).

- Oyun bahislerine dikkat edin.

Teniste elinizdeki nakti katlamanın en kısa ve çabuk yolu oyun bahislerine yönelmek. Oyuncular birbirlerinin servis oyununu uçuk derecede tehdit etmediği sürece bahis şirketleri genelde servis atan tarafa 1.10-1.35, karşılayan tarafa ise 3,70-4.95 civarı oran açar. Fakat benim her zaman en nefret ettiğim ve en çok kaybettiğim bahis seçeneği olmuştur bu. Öncelikle kazanma ihtimali yüksek diye sürekli tek tarafın kullandığı (kendi) servis oyunlarına oynama yanlışına düşmeyin. Burada 4 puanı alan oyunu kazanır ve Nadal, Djokovic gibi en baba tenisçiler bile her maçta en azından bir-iki kez muhakkak servislerini kırdırır. Bu yüzden bu oyuna yatırıp 3-4 seferde kazandığınız bahisi bir anda tek oyunda kaybedebilirsiniz (Her kupona aynı rakamları yatırdığınızı düşünürsek sonuç kesinlikle bu. Basit matematikle servis oyununa bahis yaptığınız raketin ganyanı 1.20 olsa ve her kupona 100 lira bassanız peş peşe dört bahisi tutturmanız durumunda 80 lira kar edersiniz. Fakat 5. oyunda servisini kırdırırsa direkt 20 lira içeri girersiniz). İkincisi ‘ben canlıdan izlerim abi, maçın gidişine göre oynarım’ da demeyin. Ben sette 5-0 öndeyken ve oyunu süpürürken 6. oyunda acayip biçimde servisini kırdıran çok tenisçi gördüm. ATP Bastad’da Diego Junqueira’yı 6-0 ve 6-1’lik setlerle geçen Soderling’in bu maçta kaybettiği tek oyunda kendi servisini kırdırması gördüklerim arasında özellikle de maçın gidişatını hesaba kattığımda benim için en akıl almaz olanıydı.  

Burada nacizane tavsiyem; bayanlar maçlarında servisi karşılayan tarafa çok da yüklü olmamak kaydıyla bahis yapmanız yönünde. Çünkü bayanlarda servis kırılma yüzdesi erkeklere göre çok daha fazla ve oranlar 3.70-4.95 civarı seyrettiği için tutturacağınız bir kupona karşılık yine bu oyunda başarısız olan diğer 4-5 denemenizi amorti edebilme şansınız var (Üstteki örneğin tam tersi).  

- Grand Slam önceleri…


İlginç gözlemlerimden biri de; Grand Slam’lere bir hafta kala oynanan turnuvalarda top seed’lerin maçları pek iplemedikleri şeklinde. Buradan genel bir kanı yaratmak elbet zor ama 2011 Australia Open öncesi yapılan WTA Sydney’de 1 numaralı seri başı Wozniacki’nin ilk turda bay çektikten sonra ikinci turda D. Cibulkova’ya, 2 numaralı seri başı Zvonareva’nın da aynı turda F. Pennetta’ya yenilmesi, yine Wimbledon öncesi Aegon International’da kadınlarda turnuvanın 2 numaralı seri başı Li Na ile erkeklerde 1 numaralı seri başı Tsonga’nın ikinci turda elenmeleri, diğerleri kadar çarpıcı olmasa da Fransa Açık öncesi Nice’in 1 numarası David Ferrer’in çeyrek finalde Dolgopolova’ya kaybetmesi başlığı desteklemek adına pek de yabana atılır veriler değil.


- Bu tenisçilerden uzak durun.

Ana Ivanovic ve Jelena Jankovic’in maçları sürprize en gebe maçlar. İkisi de inanılmaz formsuz. Evde oturmaktan sıkılmışlar da sırf şenlik olsun diye turnuvalara iştirak ediyor gibiler. Rakipleri kim olursa olsun bu oyuncuların lehine bahis yapmayın. Fırsatçılar için tavsiyem; ikisinin de sıralamadaki yerleri yüksek olduğu için kendi altlarındaki tenisçilerle oynarken oranlar 1.08’e 3.80 gibi açılıyor. Burada sürprize yönelip rakip tenisçilere oynamak mantıklı bir pick olabilir (Ivanovic’e kaybettiği son maçta verilen oran 1.12’ydi).

Bununla birlikte Caroline Wozniacki 1 numara olmasına karşın en güvenmediğim tenisçiler arasındadır. Sakatlığından dolayı Wimbledon’a katılamayan ve Rogers Cup’a da sakatlığı yüzünden veda eden Kim Clijsters’dan da bir süre uzak durmak gerek. Erkeklerde de Gael Monfils yavaş yavaş bu kategoriye girmek üzere.

- Formda raketler

Novak Djokovic bir numaraya çıktıktan sonra buraları hak ettiğini kanıtlamak istercesine işe yeni başlayıp patronunun gözüne girmek için yardıran taze personel edasıyla müthiş özverili oynuyor ve pek yenilecekmiş gibi durmuyor. Mardy Fish, Farmer Classic ve Rogers Cup’ta finallerde kaybetmesine rağmen yükselen değerlerden. Ernest Gulbis, Janko Tipsarevic ve Andreas Seppi de şu sıralar Victor Troicki, Gael Monfils gibi formsuz ama üst sıralarda yer alan raketlere karşı sürpriz kuponlarda yüksek oranlardan değerlendirilebilir. 

Bayanlarda ise sakatlık dönüşü 192. sıraya kadar düşen Serena müthiş bir geri dönüş yapıp Stanford'dan sonra Rogers Cup'ta da zafere yürüdü. Yine bayanlarda Marion Bartoli (Rogers Cup'a erken veda etmesine rağmen), daha alt sıralarda Sabine Lisicki, Lucie Safarova plaseler...

17 Temmuz 2011 Pazar

Deron Williams - Yıldırım Demirören



Ülkemizde kulüp idare etmenin maalesef yöneticilikle pek alakası yok. İşin normali; temsil ettiğin organizasyonu mali ve sportif anlamda başarılı kılarsın, neticesi taraftar tatmini olarak sana geri döner. Fakat bizde esas misyon, başarı olmaktan çıkmış, mesele artık tribüne oynayıp koltuğu sıcak tutmak...


Yıldırım Demirören'in İnönü'de Wolfsburg'a 0-3 kaybedilen şampiyonlar ligi maçında kendi seyircisi tarafından yuhalandığı gün Beşiktaş'ta çok şey değişti. 'Yeter Demirören yeter' dillere pelesenk olmuştu, susturmak gerekiyordu o sesi. Bunun da en kolay yolu taraftarla barışmaktı. Ortada bir reel sportif başarının olmadığı, kulübün de 100 küsürü başkana olmak üzere 380 milyon dolar borcu olduğu bir ortamda bunu başarmak elbet kolay değildi. Fakat dışarıdan gelen her topçuyu davul zurnayla karşılayan memleketimde bu engeli aşmanın da basit bir yolu vardı: yıldız transferi...


Mustafa Denizli'yle sağlık sorunları var diye hem de sözleşmesinin uzatıldığı bir dönemde yollar ayrıldı, Schuster getirildi. Ardından İtalya'ya yapılan gilt-geller sonrası Quaresma alındı. Guti geldi sonra. Hava alanları doldu taştı, imza törenleri yapıldı, bayram ilan edildi, 1 yıl önce istifa etmesi için kampanyalar başlatılan bir kulüp başkanı daha takım sezonu açmadan kahraman oldu. Taraftar memnun edilmişti artık, Demirören de azalan kredisini tavana vurdurmuştu. Yıldızların nasıl bir sistem etrafında bir araya geleceklerinin, takıma uyum sağlayıp sağlayamayacaklarının, getirilerinin ve götürülerinin bir önemi yoktu. 


Sezonu erken açan Beşiktaş, bizim 1. amatör grup takımlarının bile yenebileceği vasat takımları UEFA ön elemesinde ipe dizerken herşey kitapta yazılana uygun gidiyordu. Fakat ligde 5. haftadaki Fenerbahçe derbisinden sonra tökezlemeye, arıza vermeye başlayan takım zamanla aşağı inerken Schuster 'yeni gelmiş yabancı hoca', başkan ve kabinesi 'başarı için gereken herşeyi yapmış (!) idareciler heyeti' ve yıldızlar da isimleriyle adeta dokunulmaz hale getirilmiş, ortadaki başarısızlık sonrası taraftarın üzerine öfkesini kusabileceği kimsecikler kalmamış ve esas sorumlulardan biri protokolde diğeri yedek kulübesinde otururken kabak saha kenarına alınırken ıslıklanan Nihat'ın, taraftarından küfür yiyen Holosko'nun, top geldikçe ıslıklanan Hakan'ın başına patlamıştı. 


''Henüz mayıs ayına gelmedik, endişelenecek bir şey yok'' diyen Schuster mayıs olmadan bavulunu toplayıp memleketine gitti. Başkan da bir yıl boyunca off-season'da yüklettiği kredinin ekmeğini yedi, tek bir istifa sloganı duymadan... Sezon içinde bir de sürpriz Iverson hamlesi yaptı çok değer verdiği (!) basketbol şubesine... İzlediği yoldan devam etti.


Deron Williams-Beşiktaş-Kobe Bryant


Bugün Deron Williams transferinin yukarıdaki örneklemden amaç doğrultusunda hiçbir farkı yok. Futbol takımı ligi 5. bitirmiş, basketbol takımı play-off'ta son 4'ün dışında kalmış, erkek voleybol takımı küme düşmüşken birçok kulvarda başarısız geçen bu sezon bir şekilde unutturulmalıydı. Bu sefer imdada lokavt yetişti. 


Deron ve Kobe kesinlikle izlenmesi hatta aynı coğrafya üzerinde bulunması dahi heyecan verici oyuncular, buna itirazım yok. Fakat Beşiktaş'ta birçok oyuncunun önümüzdeki yıl takımdan ayrılacağı, kadronun epey bir ayıklanacağı gerçeğini hesaba katarsak yapılması gereken şey; kadroyu yeniden revize etmek, yapılandırmak... Bunu gerekirse 2-3 yıla yayılan bir plan dahilinde uygulamak (Başkanlık sisteminin, yani seçimin olduğu yerde uzun vadeli planlar yapmak kolay olmasa dahi). Yukarıdaki iki oyuncu Beşiktaş'ı ligde ve Euro Cup'ta şampiyon yapabilir (Optimizmin doruğundayım). Fakat en iyi ihtimali düşünüp burada 1 yılı tamamlasalar bile ayrıldıktan sonra Beşiktaş'ın durumu şimdikinden farklı olmayacak. Şimdi yapılması gerekenler 1 yıl gecikmeyle yapılacak.


NBA'de lokavt kalkarsa Deron Williams ülkesine dönecek ve Beşiktaş'ı belki de en ihtiyaç duyulan zamanda yalnız bırakacak. Beşiktaş'ın böyle bir durumda yaşayacağı hal; Taurasi'yi yanlış analiz sonucu talihsiz biçimde kaybedip Avrupa şampiyonluğunu elinden kaçıran FB kadın basketbol takımının başına gelen travmadan farksız olacak. 


Bjk basketbol şubesi 3 oyuncusuna alın teriyle hak ettiği maaşları vermeyip, üzerine ''maaşlarınızı verelim, kontrat feshi için tazminat ödemeyelim'' diyebilecek ve bir de göz dağı vermek için bu üç oyuncuyu sezon bitmesine rağmen günde 3 antrenmanla cezalandırabilecek kadar çirkef hale geldi. Bu şartlarda Deron Williams'a bir yıl için 5 milyon dolar ödeyecekse bu kulüp, burası sözün bittiği yerdir. 


Avrupa'da Beşiktaş'tan daha kuvvetli birçok takım varken bu yıldızların neden İstanbul'u seçtiği de iyi araştırılmalı. Bugün Barcelona istese Deron Williams'ı alamaz mıydı? Bu kulüplerin belirli bir düzenleri, organizasyon planları var ve kimse bir yıl gibi kısa bir süre için bu düzeni NBA yıldızlarıyla bozmak istemiyor. Beşiktaş ise hali hazırda bir düzeni olmadığı için görünürde tercih edilebilir bir takım haline geliyor.


Son olarak bu oyuncuların kulübün repütasyonuna katkı yapacağı, reklam-sponsorluk-kombine getirisi sağlayacağı mavraları var ki; tek kelimeyle komedi. Iverson için de aynısı söyleniyordu. Etrafınızda kaç tane Iverson formalı adam gördünüz?  


   

10 Temmuz 2011 Pazar

PES 12'de Değişmesi Gerekenler



Bir süredir PES ve FIFA'nın 2012 oyun lansmanına dair video'lar dönüp duruyor ortada fakat en son Cevat Yerli'nin en iyi yapay zeka bizde vaadinden sonra Crysis'ta karşımıza çıkan geri zekalı düşman oluşumları artık bende 'oyunu görmeden inanmama' intibahı yarattı. Konami'nin geçtiğimiz yıl trailer'lar eşliğinde verdiği değişim vaatlerinin PES 11 nezdinde beni hayal kırıklığına uğrattığını da düşünürsek; açıkçası boş lafa karnımız tok. Aklımızdakileri yazalım:


1. Yapay Zeka: Futbol gibi kolektif ve taktik stratejinin üzerine oturtulmuş bir oyunda yapay zekanın öneminden bahsetmeye gerek yok. Sahadaki on bir oyuncunun kontrolü elbet bize ait ama topla bir oyuncuyu yönlendirirken o an bizim kontrolümüzde olmayan diğer 10 oyuncunun saha içi hareketlenmeleri kafamızdakileri sahaya yansıtma konusunda hayati rol oynuyor. Konami'deki dostlarımız geliştirmiş oldukları yeni taktik ekranı sayesinde bizlere oyuncular arasındaki duruş mesafeleri ayarlama, duran topları organize etme, ofsayt tuzağı yada topla birtakım ileri çıkış opsiyonları gibi alternatifler sunarak yardımcı olmaya çalışsa da birçok uygulamanın yapay zeka engeline takılarak oyun zevkimizi baltaladığını söylemeliyim. Burada en büyük sorun kaleciler... Kalecilerin rahatlıkla çıkıp alabilecekleri yan topları seyretmeleri, bilhassa çapraz açıdan üzerlerine gelen şutlara karşı sağa-sola gereksiz hamle yapıp adeta gole davetiye çıkarmaları, yine üzerlerine gelen bazı basit-zayıf vuruşları içeri almaları aklıma ilk gelenler... Hücumdaysa korner sonrası dönen topun ribaundunu alıp tekrar içeri kestiğimiz anda 4-5 arkadaşımızın birden defans çizgisinin arkasında kalıp ofsayta yakalanması, rakip defansı az adamla yakalamış ve o rakiplerden biri benim topla koşu yaptığım oyuncuya doğru yönelmişken benim oyuncuların boşa kaçmak yerine halen topla ilerlediğim oyuncunun bulunduğu koridora doğru hareketlenmesi, yine 2-3 oyuncumuzun aynı anda koşu yaptığı bölgeye ara pası verirken topun genelde müsait konumda olmayan oyuncuya gitmesi (en uygun konumdaki oyuncuya gitmemesi) ve bir oyuncuyla topu orta sahadan alıp uzun bir dribbling sonrası dip çizgiye indikten sonra içeri orta açtığımız vakit takım arkadaşlarımızın halen ceza sahası içerisine tam anlamıyla yerleşememiş olması bu bağlamda örnek gösterilebilir. 


2. Top fiziği: PES 11'de futbol topu diye tekmelediğimiz şeyin aslında bir balon olduğunu hepimiz biliyoruz. Kaleci degajından sonra topun yere düşüş hızıyla yine en sert şutta bile out'a giden topun ekrandan kaybolma hızı zayıf.  


3. Oyun/Oyuncu hızı: Yapımcılar özellikle Messi, Ronaldo, Robben gibi süratli oyuncuların sahip olduğu hız avantajını düşürüp o alışık olduğumuz -tek oyuncuyla sahayı baştan sona kat edip herkesi çalıma dizerek gole gitme- olayını ortadan kaldırmak istemiş ama izledikleri yöntem çok saçma. Normalde topsuz koşu yapan bir oyuncu, topla dribbling yapan oyuncudan daha süratlidir (Malum biri serbest koşarken diğerinin bununla birlikte topu kontrolünde/koşu yolunda tutma zorunluluğu var). Fakat Konami bu farkı ortaya çıkaralım, defansın elini kuvvetlendirelim derken topsuz oyuncuya gereğinden fazla hız avantajı sağlamış. Bunun örneğini vermiştim. Bobo'yla orta sahadan topla rakip kaleye doğru koşmaya başlayın. Servet 20 metre arkanızdan (topsuz vaziyette) kovalamaya başlasın. Sizi ceza sahasına varmadan yakalayacaktır, eminim.  


4. Temas/Etkileşim: FIFA'da karşımıza çıkan sorun burada da yalnız bırakmıyor bizi. PES 11'de temaslar ve temasa verilen tepkiler çok yapay boyutlarda. Savunmacınızla rakip oyunculara pres yaptığınızda (rakip oyuncu hızlıysa) çoğu zaman siz hiç yokmuş gibi davranıp içinizden geçebiliyorlar. Yine ufak müdahaleler sonrası futbolcuların dengesi çabuk bozulurken arkadan yapılan her 3 kaymanın 2'sinde adamlar saçma sapan taklalar atabiliyor. Kalecilerin her atılan şutta yere yatıp toplara tavşan gibi atlaması, degaj sonrası orta yuvarlakta hava topunu bekleyen iki rakip oyuncunun hareketlenme/yer tutma tarzı atraksiyonlarda bulunmayıp odun gibi beklemesi ve futbolcuların kambur vaziyette top sürmesi de oyunu gerçeklikten uzaklaştırmaya yetiyor. 


5. Stad/Ambians: Mukavva görünümlü tribünlerden ve atılan gole kuru alkış tutan, 90 dakika boyunca aralıklarla aynı tezahüratı yapan taraftarlardan bıktık. 


6. Grafikler: Konami'nin oyuncu modellemelerinde ve yüz çizimlerinde EA Sport'tan bir hatta iki kademe önde olduğunu söylemeliyim. Fakat yıllardır alışık olduğumuz ve artık eskimeye başlayan grafiklerde birtakım yenilikler hiç fena olmaz. 


7. Jon Champion/Jim Beglin: Yorumcu Jim Beglin'in ses tonu çok itici. Bununla birlikte Jon Champion'un sözleri de çok klişe gelmeye başladı. Yerden atılan basit şutu kucağına alan kaleciye yaptığı brave goalkeeping ve rakip oyuncunun presine dayanamayıp topu taca atan her oyuncuya yaptığı excellent defense yorumlarının saçmalığından bahsetmiyorum bile.  


8. Lisans: Gerçi bunu yamalarla hallediyorduk, değil mi?

15 Haziran 2011 Çarşamba

Mental Tırmanış



Bundan sonra anlatacaklarımız artık bir ergenin hikayesi değil, yada dersine iyi çalışıp kağıtlar dağıtıldığında sınav kaygısına yenik düşen bir öğrencinin öyküsü…O ergen artık büyüdü, rüştünü ıspat etti ve yıldız üçlünün bir araya geliş öyküsünün medyada yarattığı antipati ile yüzük kazanamamış ama hak etmiş oyuncular grubu olarak gördükleri sempati sonrası arkasına aldığı medya rüzgarını iyi kullandı ve söke söke franchise’ın ilk şampiyonluğuna yürüdü.


2006’da kaybedilen finalin ardından 2007’de 67-15 yapan takımın Golden State’ten yediği tarihi darbe sonrası Dirk Nowitzki’nin Heidi gibi kendini dağlara taşlara vurduğunu, 1 ay kendine gelemediğini, özgüveninin dip yaptığını ve 21. yüzyılda milli takımına büyük turnuvalarda iki final-four ve bir final yaptıran bu adamın serinin 6. maçında 8 sayıda kalmasıyla artık liderliğinin sorgulanabilir hale geldiğini bilmeyeniniz yoktur. Evet, Alman yıldız çıkıp sorumluluğu üzerine aldı, suçluydu da ama medya o gün Nowitzki’nin üzerine öyle odaklanmıştı ki; Josh Howard’ın aslında ikinci adam rolünü yeterince kotaramadığı (daha sonra yaşadığı marihuana ve marş olayları da kanıtladı bunu), ha patladı ha patlayacak denilen Devin Harris’in buraların adamı olmadığı, Avery Johnson’ın Heat faciasından sonra yine takımının mental çöküşüne seyirci kaldığı ve kağıt üzerinde geniş görünen rotasyonda JStack dışında kimsenin kenardan gelip ortaya bir şey koyamadığı gerçeklerinin üzeri örtüldü. Medya kendisine bir kurban arıyordu ve içlerinden en büyük olanını seçip yem yaptı. Keza takip eden 3 yıla baktığımızda; Nowitzki’nin kendi standartlarında görece iyi kabul edilebilir oynadığı 3 play-off sezonunda Dallas’ın sadece 4 seri (2008 Hornets, 2009 Spurs/Nuggets ve 2010 Spurs) oynayabildiğini görüyoruz. Ayrıca kadro kalitesi olarak elendikleri takımlarla (Hornets, Nuggets, Spurs) eş değer seviyede olmaları da Alman yıldızın bu serilerdeki olağan performans / istatistik verileri ile birleşince bize katil(ler)i başka yerlerde aramamız gerektiğine işaret ediyor.


Off-season’ı genellikle basit hamlelerle kısa rotasyonunu şişirerek geçiştiren ve bazen bu sebeple eleştirilen Dallas son iki büyük hamlesini (Kidd ve Butler) sezon ortasında panik tuşuna asılarak yaptı ama ellerinde yaka finali yapacak yeterlilikte malzeme vardı. En azından Howard-Dirk-Kidd ve Terry çekirdeğinden oluşan bir takımın bench'ine oturtacak adamı olmayan Hornets'e 5 maçta kaybetmesi kadro yetersizliğiyle açıklanacak birşey olmasa gerek. Onlar için anahtar; rotasyon kalitesini artırmaktan öte kafa olarak yeniden o noktaya çıkabileceklerine inanmaktı. Nisan-Mayıs aylarında sevimli hayalet Casper’a dönüşen Terry ve Marion’la, geçtiğimiz yılki Spurs serisinde özgüveni boş pozisyonda, en yakın rakibi 3 metre yakınındayken topla çembere bakamayacak kadar körelen Kidd’in ayağa kalkmasını sağlamaktı. Mesele salt kadro yeterliliğinde olsaydı; bugün Butler ve Beaubois olmadan bu takımın Portland’ta takılması gerekmez miydi?


31 Mart 2011


Dallas başlıktaki tarihte Staples Center’da konferans ikincisini belirlemesi açısından önem arz eden maçta Lakers’ın karşısına çıktı ve büyük hüsrana uğradı. Mesaj maçı olarak nitelendirilen ve Dallas’ın bu alanda pek de iyi sayılmadığı akşamda alınan bu 28 sayılık hezimetin tesiriyle takım play-off’a kafa bir milyon vaziyette girdi. Üzerlerine yapışan o kırılganlığın böylesine kritik bir dönemde hortlaması takıma olan güveni azalttı ve Dallas sakatlar ordusu Portland’ın karşısına dahi favori çıkamadı. Öyle ki; bu yıl kazandıkları 4 seride de NBA Stüdyo ekibi hep rakiplerini favori gösterdi. Fakat play-off’lar başladığında benim sadece ‘’2012 kıyamet kehanetleri lokavt var diye 1 yıl önceden mi beliriyor lan’’ dediğim olaylar zinciri baş gösteriyordu.


Dallas için ilk kırılma anı Portland serisi 4. maçıydı. 20 sayı farkla öndeyken kaybedilen maçın takımda ciddi bir özgüven kaybına yol açacağı ve hatta içerideki bir sonraki maçı tehlikeye sokacağı düşünüldü. Fakat maviler önce AAC’de ardından baştan sona önde götürdükleri 6. maçı deplasmanda kazanarak ilk sınavı başarıyla geçti.




Lakers serisi ilk maçında (ikinci yarıda) 16 sayı geriye düşen Dallas üçüncü çeyrekte Corey Brewer’ın peş peşe gelen 5 sayısıyla ayağa kalkıp, devamında 20-6’lık bir seri yakaladı ve rakiplerini 16 sayıda tuttukları son çeyrekte maç sonunu Lakers gibi buralarda oynamaya alışmış, winner bir takımdan daha iyi oynayarak serinin kaderini değiştirebilecek bir galibiyet aldı. Lakers’ın son anlarda yaptığı basit top kayıplarının, topun alçak posta hiç inmemesinin, Gasol’ün son çeyrekte sadece bir şut kullanmasının, Artest’in 8’de 1 atmasının bu mağlubiyette payı olduğu aşikar. Hatta seri geneli için konuşursak; eşleşmenin 4-0 bitmesinde Dallas’ın olağan üstü şut performansının başrol oynadığını, buna ek olarak ortalıklarda pek görünmeyen Gasol’ün verimsiz performansının, savunma fikrini tamamen Nowitzki’yi kilitleme ve yardım getirme üzerine kuran Pjax’in yanlış stratejilerinin ve Lakers'ın seriye 3. viteste girmesinin faktör olduğunu da kabul ediyorum. Fakat basketbol karşılıklı bir etki/tepki oyunu. Kabul edelim, Lakers son dönemde kaybettiği serilerde dahi hiçbir zaman bu kadar aciz duruma düşmemiş, daha da önemlisi kaybetme korkusunu hiç bu kadar derinden yaşamamıştı. Kadrosunda onca winner bulunduran bir takım mental anlamda girdiği bataklıktan çıkamazken, kırılgan addedilen ve Lakers’a karşı sürekli sinen diğer tarafın kararlılıkla son şampiyonu ayağa kalkmasına izin vermeden süpürmesi kuşkusuz bu takımın biraz ateşlendiğinde ne kadar büyüyebileceğinin en bariz göstergesiydi.


OKC serisinde saha avantajını kaybettikten sonra ortaya atılan gençlik ateşi mavralarını peş peşe 3 maç kazanarak (2’si deplasman) yine çöpe atan Dallas, Miami serisinde de kırılma noktası olan 2. maçı son 5 buçuk dakika kala 15 sayı gerideyken kazanarak yine önemli bir duruş gösterdi. Haywood’un sakatlığına Kaan Kural’ın tabiriyle Peja’nın yaşadığı teknik sakatlığın eklenmesiyle daralan rotasyona rağmen takım ivme kaybetmedi. Jason Terry müthiş sorumluluk aldı, dışarıdan hayli itici görünen konuşmalarıyla takımı/seyirciyi motive etti, Nowitzki’nin kötü şut attığı son maçta 11/16 ile 27 sayı üreterek, LeBron’un kafasına girip beni savunamazsın diye adeta meydan okuyarak bambaşka bir oyuncu oldu. Geçtiğimiz yıl Ginobili’nin karşısında dağılan Shawn Marion, LeBron’un karşısında tutunabilmeyi başardı. Kidd yerine gelen özgüveniyle farkın 3-5 seviyesinde gezindiği anlarda çok moral bozucu üçlüklere imza atıp rakibin direncini kırarken aynı zamanda LeBron ve Wade’in sürekli koşu yollarını kapatarak yaptığı akıllı savunmasıyla dikkat çekti. Sadece Terry ve Matrix gibi loserlar değil…Cardinal’ın son maçta attığı üçlük ve rakibe mesaj vermek için indirdiği baltalar, iyi bir hücumcu/bitirici olmamasına rağmen atletik özellikleri ve sürekli içeride kovalayan (hücum ribaundlarıyla çok can yaktı) yapısıyla bir tehdit haline gelen Chandler, penetreleriyle yarıp geçen Barea ve sahip olduğu tüm antipatiye rağmen iyi gününde çok can yakan Deshawn Stevenson… Parçaların birbirini çok iyi tamamladığı, egoların törpülendiği ve en önemlisi takımın zamanla yakaladığı o kazanma azmini/cesaretini play-off süresince üzerine koyarak geliştirdiği bu yapı LeBron’un yine sinerek LeBalon olduğu, hücumların tamamen Wade’in bireysel becerisine bağlandığı ve koçunun hala 3 yıldızı aynı set üzerinde verimli şekilde kullanabilecek formülü üretemediği Miami’ye ağır bastı ve parmağına ilk yüzüğünü takarak bu yılki hikayenin baş kahramanı oldu.


Play-off başlamadan evvel lanse edilen en baba iki final adayını (Heat ve Lakers), Lakers’dan sonra belki de batının en hazır vaziyetteki takımını (OKC) ve ilk tur için zorlu sayılabilecek bir Portland’ı eleyerek şampiyon oldu Dallas. Hiç çerez seri oynamadı. Portland serisi 4. maçı ve OKC serisi 2. maçında alınan moral bozucu mağlubiyetlere rağmen oradan ayağa kalkmaları, 16 sayı geriye düştükleri Lakers serisinin 1. maçı ile son 5:30’una 15 sayı geriden girdikleri Miami serisinin 2. maçında oyunun sonunu rakiplerinden daha iyi oynayarak kazanmaları (iki seride de en baba kırılma anlarıydı bunlar) kuşkusuz mental anlamda ne kadar büyüdüklerinin, dirayet gösterebildiklerinin en bariz göstergesi.


Dallas seneye final oynayamayabilir ama bugünden sonra önümüzdeki sezona daha kesin ve en azından insanların sırf kırılganlıklarından ötürü endişe duymayacağı bir zirve adayı olarak da girebilir. İşte bu da normal bir şampiyonluktan çok takımın üzerindeki negatif kamu oyu algısını değiştirme başarısıdır.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Dallas Duruş Gösterdi



Dallas Mavericks'i 1999 yılında, basketbolun ve dolayısıyla NBA'in hayatımın bir parçası olmaya başladığı dönemde Nash'li, Finley'li, Nowitzki'li kadrosuyla izlemeye başlamış ve o an franchise'ını umursamadan takımım ilan etmiştim. Fakat takımı esas sahiplendiğim dönem 2006'da Miami'ye kaybettiğimiz final serisi olmuştur. Sonrasında 67-15'lik efsane sezona ve yine fena olmayan +50 galibiyetlik derecelere rağmen ilk turun ötesini geçememek bende her seferinde daha hissedilebilir bir üzüntü yarattı ve bu zincir bana Dallas'ı hayatımın bir diğer anlamı olan Beşiktaş kadar sevdiğimi fark ettirdi.

Sırtına en kocamanından loser damgası yiyen, regular dönemde 72-10 yapsa dahi rüştünü seri oynamadan ıspat edemeyecek bir takımın arkasında durmak için gerçekten sevmek gerek. Nisan ayında büyük ölçüde konferans ikincisini belirleyecek maçta Lakers'tan fark yiyen, o mağlubiyetin etkisiyle play-off'lara dağınık giren, ilk turda herkesin eşleşmek için can attığı ve Kaan Kural'ın NBA Stüdyo'da Lakers'tan maç dahi alamazlar dediği takımım bugün kendi elleriyle tarih yazdı. Fakat herşeyin ötesinde şampiyonun ayağa kalkmasına müsaade etmeden bir duruş, bir çizgi gösterdi. Evet hala bir winner değiliz, bu sezon şampiyon da olamayabiliriz ama 30'lu yaşları çoktan devirmiş, birçoklarına göre miadını doldurmuş bu kaşarlar topluluğu ( Başta Kidd ve Terry) bu akşam sorumluluk alarak, takım gibi oynayarak, Nowitzki'nin arkasına saklanmayarak da ayakta durabileceğini gösterdi. Bu da 2011'in bizim için en güzel hikayesi oldu. 

Teşekkürler hepinize.

18 Mart 2011 Cuma

Battle: Los Angeles (İnceleme)


(Not: Sadece ana hatlarından bahsedeceğim. Zaten ortada uzun uzadıya konuşulacak bir oyun yok:)) 


Battle: Los Angeles’ı oynamadan önce iki farklı sitede oyunla alakalı makaleler okudum. Oyunun bir beyaz perde uyarlaması olduğunu ve Steam üzerinden 10 dolara yani bir DLC fiyatına satıldığını düşününce beklentilerimi olabildiğince kıstım ve okuduğum eleştirilerin oyunun kalite/fiyat marjını düşünerek biraz abartılı olduğunu düşündüm. Skid row bugünler için var. Girdiğim sitelerde afiş afiş önüme çıkan ‘’10 dolarınızı boşuna çöpe atmayın’’ uyalarını görünce haliyle torrent'in yolunu tuttum ve normal zorluk seviyesinde hiç ölmeden yaklaşık 1 saatte bitirdiğim oyunun bende yarattığı izlenim şu oldu: Sanki ev ödevini unutup sırf öğretmenine mahçup olmamak için son dakikada, sınıfta bir şeyler karalayan öğrenci misali birileri Konami’nin kapısını çalıp ‘’Abi, bak 11’inde filmimiz vizyona giriyor. Fragman falan her şey hazır. Siz de babanızın hayrına bir oyun yapın da reklamımız olsun, işe yarar’’ demiş ve bu ricanın sonunda ortaya basit, son derece özensiz bir oyunumsu çıkmış!

Zombi ve vampir gibi doğa üstü karakterlerin yer aldığı absürd Amerikan dizilerini aratmayacak klişede bir senaryoya sahip Battle:Los Angeles, filmde olduğu gibi. Uzaylıklar tüm dünyayı işgal eder, son durakları Los Angeles olur. Burayı da alırlarsa dünyanın kontrolünü ele geçireceklerdir ve insanlığın devamı için birileri onlara karşı koymak zorundadır. Hani reklamın iyisi kötüsü olmaz derler ama şu klişe ötesi senaryoyu okuyup bir de üzerine bu oyunu oynadıktan sonra aklı başında biri bu filmi izlemeye gider mi, hiç zannetmiyorum.

Oyundan detaylar

Klasik FPS’lerde olduğu gibi 3-5 kişiyle hareket eden timin bir parçasıyız. Kontrol kulesinden sürekli bir takım emirler yağıyor, biz de yapay zeka yoksunu ekibimizin sayesinde bu görevleri neredeyse tek başımıza yerine getirmeye çalışıyoruz. Battle: LA’de herhangi bir yol haritası veya esnek bir görev mekanizması yok. Tek yapmanız gereken her köşe başında önünüze çıkan uzaylıları öldürüp yolunuza devam etmek. Aslında bahsini ettiğim bu uzaylı grup aşağıdaki zayıf, beyaz arkadaştan başkası değil. Yapımcılar ikinci bir uzaylı çeşiti yaratma zahmetine girmemiş. 1 saat boyunca sürekli bu zavallıya mermi kusuyoruz.




Ekibimiz geri zekalı dedik, gerçekten de öyle. Bizim müdahil olmadığımız çatışmalarda hiçbir varlık gösteremedikleri gibi 1-2 metre yanından geçen düşmanı alt etmekten de acizler. Hani tek başımıza ilerlesek daha iyi, en azından ayak bağı olmazlar.

Envanterimizde sniper, bomba ve rocket laucher dahil sadece 4 tip (ve aynı zamanda 4 adet) materyal var ama üzülmeyin. Uzaylıların üzerine iki şarjör mermi kusup heriflerin gösterdikleri anlamsız vücut tepkimelerini ve sıfır vuruş hissini düşünürsek bu çeşit yoksunluğu çok büyük problem sayılmaz. Oraya bir Ak-47, bir Famas eklesen ne fark eder? Ha uzaylıya ha duvara ateş etmişsin!

Oyun içi video’ların çizgi animasyon şeklinde tasarlanması hoşuma gitti de tüm cut-scene’lerin sabit çizimler üzerine slaytlar şeklinde yapılması çok komik olmuş. Örneğin; diyaloglar aşağıdaki gibi gerçekleşiyor. Kız ve erkek resmi sabit. Yukarılarına sadece birer konuşma balonu ekleniyor. Jest, mimik yada herhangi bir hareketlilik yok. ( Diyalog sorun değil de aksiyon sahnelerinin bu sistemle nasıl yansıtılmaya çalışıldığını artık siz düşünün)



Battle: LA’in kontrolleri son derece basit. (Zaten oyun bu kadar detay yoksunu iken kimse ağır tesisat taşırken daha yavaş koşma yada zoom’u açtıktan sonra adrenaline göre hedefi tutturma zorluğu beklemiyor). İlerleyiş esnasında da koşma, eğilme gibi standart meziyetlerimiz var. Uzun deparlar sonrası gösterdiğimiz yorulma reaksiyonu oyun boyunca sergilediğimiz tek insancıl eylemdir, bunu da hatırlatalım.



Grafikler, mekan tasarımları, silah çizimleri, gölgelendirmeler, kaplamalar çok özensiz. Patlama efektleri desen tek kelimeyle facia. Biraz telsiz konuşmaları biraz da vasat asker modellemeleriyle günü kurtarmaya çalışmışlar.

Sonuç

Vakit kaybı. Boşuna 10 dolarınızı çöpe atmayın. (Bknz ilk paragraf)


Mclaren

16 Mart 2011 Çarşamba

Schuster'in İstifası



Del Bosque, Aragones, Schuster... Hiçbiri kötü teknik adamlar değil ama hepsi marka antrenörün her zaman doğru antrenör olmadığını realize eden örnekler. Schuster Türkiye'ye geldiğinde hücum futbolu oynayan, sahada yaptıklarıyla keyif veren daha batılı bir Beşiktaş yaratacağını söylemişti, hatırlayın. Peki ne oldu? Projesini hayata geçiremeden 25. haftada defteri kapattı. Başarısızlığın faturasını da bize çıkardı: ''Burada 60'ların futbolu oynanıyor''.


Her teknik direktörün kendine has meziyetleri vardır ve bana göre bunların en önemlisi; maç içerisinde yapacağı hamlelerle oyuna etki edebilmesidir. Siz Schuster'in bu sezon saha kenarından yaptığı bir oyuncu değişikliğiyle yada bir taktiksel hamleyle Beşiktaş'a maç kazandırdığını hatırlıyor musunuz? Ya da Schuster'in ligdeki diğer 17 takımı iyi tanıdığını ve buna göre her maç öncesi rakiplerine özgü bir plan, bir formül geliştirebildiğini, bir B planı olduğunu iddia edebilir misiniz? Ben bugün Anadolu kulüplerini bir kenara bırakın, Kiev maçındaki Erhan-Ernst değişikliğinden sonra Schuster'in Beşiktaş'ı nasıl tanıdığından bile şüpheliyim.


Kulübedeki negatif vücut dili, taraftar ve oyuncularıyla her geçen gün kötüye giden ilişkileri, gidişatı düzeltmek için hiçbir çaba ve özveride bulunmaması, rotasyon yapacağım diye tamamen gözden çıkardığı Ferrari'yi damdan düşer gibi Fenerbahçe ve Kiev maçlarında sahaya sürüp, son zamanlarda sürekli 10 kişi tamamladıkları Fenerbahçe derbisine yedek stoper götürmemesi, 0-0 giden maçta Ernst'i son 30 saniye kala oyuna sokması gibi absürd tavırları da cabası. Mete Düren'in şu tablo karşısında ''Yeterki o bizi bırakmasın'' sözünü nasıl hayretle karşıladıysam, Beşiktaş yönetiminin yine o dönem Schuster'in bu tembelliği ve vurdum duymazlığına rağmen bu hocayla gelecek planları kurmasına da hiçbir anlam veremedim, veremiyorum.


Takım Tayfur Hoca'nın


Beşiktaş'ın sezonun geri kalan kısmında ortaya koyacağı performans ne olursa olsun bu Tayfur Havutçu'nun başarı yada başarısızlığı konusunda belirleyici olmayacak. Kazanılacak bir Türkiye kupası Havutçu'ya bir miktar kredi kazandırabilir ancak uzun vadede kendisinin bu kadar yıldızı, egoyu idare edebilecek biri olduğunu düşünmüyorum. Önümüzdeki yaz gelecek hocanın yerli yada yabancı olması önemli değil lakin şu saatten sonra lütfen Daum, Lucescu, Mustafa Denizli muhabbetlerini bırakalım. Mustafa Hoca'nın antrenörlüğünü konuşmak elbet benim haddim değil ama Denizli seneye bu takımın başına geçerse bu apaçık -dünya kulübü olma yolunda ilerliyoruz diyen- Beşiktaş yönetiminin vizyonsuzluğunu gösterir.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Beşiktaş 2 - 4 Fenerbahçe



Büyük maçların yarattığı kredi ve derbi kazanmanın dayanılmaz hafifliği olası bir Fenerbahçe galibiyetinde her şeyi unutturacak, eleştirileri bir sonraki puan kaybına kadar törpüleyecek ve yarın sabah atılması muhtemel 'Benitez Beşiktaş’a geliyor' manşetlerinin önüne geçecekti ama olmadı. Üç gün önce Kiev maçında duran toptan 3 gol yiyen Beşiktaş ne gariptir; bu sefer 5. dakikada İsmail’in sırtı dönük top almaya çalışan Mehmet Topuz’a yaptığı gereksiz faul sonrası kazanılan serbest vuruşta Alex’in adrese teslim ortasını karşılayamadı ve Necip’in ters vuruşuyla 1-0 geriye düştü. Bu gol, bu sezon ligde 1-0 geriye düştüğü maçlar içerisinde yalnız Karabükspor deplasmanından 3 puan çıkaran Beşiktaş için tehlike çanlarının habercisiydi. Fenerbahçe gol sonrası psikolojisi dibe vuran rakibin fişini orada çekmek istedi ve Gökhan Gönül’ün sakatlığı sebebiyle ileri çıkamadığı maçta oyunu sol kanata yıkarak Dia’yla Ekrem’in üzerine yürüdü. Fiziği ve süratiyle baş döndüren Dia, Quaresma’nın geriye dönmediği ve tüm akınları Ekrem’in karşılamaya çalıştığı o koridoru kısa sürede otobana çevirdi. Büyük boşluklar, pozisyonlar boldu ve bunların birinde Alex’in enfes pasına hareketlenip boş pozisyonda direği nişanladı. Bu fırsatlardan biri gol olsa yada Dia’yı durdurmak için sürekli faule baş vurup 12. dakikada sarı kart gören Ekrem rahatlıkla kırmızı kart görebileceği sonraki faullerinden birinde ikinci sarıyla ihraç edilse oyun çok daha erken kopabilirdi. Ancak 1-0’lık skor kötü oyuna rağmen Beşiktaş’ı oyunda tuttu ve siyah-beyazlılar ilk yarının ikinci diliminde topu daha fazla ayağında tutarak, pas yapıp orta sahayı biraz daha ileri çıkararak rakip yarı sahada görünmeye, uzaktan şutlarla kaleyi yoklamaya başladı. Fenerbahçe önde olmanın getirdiği psikolojiyle geriye yaslandı, Beşiktaş’ın üzerine gelmesine izin verdi ve 44. dakikada bir kontra topta sağdan hareketlenen Ekrem kısa bir dribblingin ardından ceza sahasına girerken topu soluna çekip Andre Santos’u ekarte etti ve kendisinden beklenmeyecek kalitede bir vuruşla oyuna dengeyi getiren golü attı. 


İkinci yarı ve Ferrari'nin ikramı


Beşiktaş devre sonunda gelen golün gazıyla ikinci yarıya istekli başladı. 49. dakikada Simao’nun serbest vuruşu baraja çarpıp şans eseri boşta bekleyen Toraman’ın önüne düştü ve olay adam düzgün bir vuruşla Beşiktaş’ı öne geçirdi. 2-1’den sonra taraftar desteğini arkasına alan ve özgüveni tazelenen siyah-beyazlılar, ikinci golün şokunu yaşayan Fenerbahçe’nin direncini kırmak için bastırıyor ve ortaya bu sefer rollerin ve tarafların değiştiği, ilk yarıdakine benzer bir dejavu çıkıyordu. Beşiktaş maçı koparma fırsatını 61. dakikada Almeida ile yakaladı fakat Volkan’la karşı karşıya kalan Portekizli zayıf vuruşla topu üzerine nişanlayınca fırsat kaçtı ve 2 dakika sonra Ferrari’nin ceza sahası içerisinde Lugano’ya attığı dirsek, gördüğü kırmızı kart ve Çakır’ın verdiği penaltı kararıyla maçın çehresi tamamen değişti. 18 kişilik maç kadrosuna yedek stoper koymayan, Sivok’u kadro dışı bırakan Schuster genelde iki stoperin ortasına 3. bir stoper gibi konuşlandırdığı Aurelio’yu oyuna sokarak geriye önlem almaya çalıştı ancak Alex’in antrenmanda bile sokamayacağı rahatlıkta attığı kafa golünü ve 75’teki final solosunu kenardan izledi. Ferrari’nin kırmızısı Alex’i parlattı, maçın da dönüm noktası oldu.


Schuster – Ferrari


Schuster’in bana ısrarla forvet lazım diyerek aldırdığı Almeida’nın 5 lig maçında 0 (yazıyla sıfır) gol atması bir tarafa, forvetim yok diye ağlayan bir antrenörün böyle bir ortamda Bobo’yu 18 dışında bırakıp, Nobre’ye 3 dakika süre vermesi nasıl bir tezatlıktır, çözebilmiş değilim. Ersan sakatken ve Ferrari ayakta bile duramıyorken Sivok’u neden kadro dışı bıraktı, bunu da bir zahmet açıklamalı. Schuster’in en büyük destekçilerinden biriydim lakin Alman teknik adamın an itibarıyla mevcut krizi iyi yönetemediği, skandal açıklamalarla üzerine tuz biber ektiği ve şu saatten sonra bu takıma bir şeyler veremeyeceği açık.

Ferrari’nin yaptığı hareketin ise kabul edilir bir tarafı yok. Dirsek, kırmızı kart, penaltı, yarattığı demoralizasyon, devamında savunmada açtığı onarılması güç gedik, alt üst edilen bir düzen ve peş peşe gelen 2 gol… Bunun adı hata değildir, bir an sinirlerine hakim olamadı da değildir. Bunun adı sabotajdır. Mete Düren ceza vereceğiz dedi. Yönetim hiçbir şey yapamıyorsa bile en azından şu yaratmaya çalıştıkları Beşiktaşlılık duruşu (!) uğruna yarın tazminatını verip bu adamı evine göndermeli. 


Bobo


Benim için Beşiktaş'taki en özel oyuncudur Bobo. Bu camiada büyümüştür, burada Bobo olmuştur. Nefes aldığı sürece bu takımda her zaman görmek isteyeceğim bir futbolcudur ama sezon sonunda takımdan ayrılıp, kendisine hak edeceği değerin verileceği bir yere gitmesi şu saat itibarıyla en büyük dileğim. Almeida ve Nobre 11 başlarken, Bobo'yu kenardan seyrederken görmeyi artık sindiremiyorum. 

(Twitter'ına en büyük Beşiktaş yazmış. Gel de gönder bu adamı!)


Fenerbahçe krizden iyi çıktı


Ligin ilk yarısı bittiğinde Fenerbahçe Avrupa defterini çoktan kapatmış, Yeni Malatya mağlubiyetiyle Türkiye kupasına veda etmiş ve ligde lider Trabzonspor’un 9 puan gerisine düşmüştü. Aykut Kocaman’ın tahtının sallandığı o dönemden şimdi gelinen noktaya bakıldığında; Fenerbahçe’nin kriz yönetimi konusunda Beşiktaş’a örnek olacak bir duruş sergilediğini söylemek mümkün. Fenerbahçe, Bursa’nın kaybettiği haftayı karlı kapattı. Beşiktaşsa Ümraniye’ye yalancı baharı getirecek fırsatı tepti, yine başa döndü.



18 Şubat 2011 Cuma

Beşiktaş 1-4 Dinamo Kiev



Lige erken havlu atan Beşiktaş elindeki tek kredisini de Kiev’e uçmadan kaybetti. Başkanının deyimiyle geleceğin Beşiktaş’ını inşa eden yapı dün yine sallandı ve çatısına (Schuster) ilk darbe tribünlerce vuruldu. Takımın elinde sadece önümüzdeki yıl EP kapısını açacak Türkiye kupası var ve bu konuda da kepenkleri Aralık’ta indiren Galatasaray’la kader birliği içerisindeler.


Dün tabelada yazan skor saha içinde olanı özetlemese de futbolda hataların ve ayrıntıların belirleyiciliğine vurgu ediyordu. Dinamo Kiev dün çok iyi oynamadı, sürekli alarm veren savunmamıza karşı korktuğumuz kontra fırsatlarını bulamadı, oyunu belirli dilimler dışında domine edemedi. Fakat hem milli takım hem kulüpler bazında başımızı ağrıtan, duran toplara karşı kronikleşmiş savunma zaafımızı değerlendirip 3 gol buldu ve turu cebine koydu. İlk golde Shevchenko’nun Vukojevic’e indirdiği topta markajsız kalması, ikinci golde yine Sheva’nın elini kolunu sallaya sallaya ön direğe yaptığı koşuya hiçbir Beşiktaşlının eşlik etmemesi ve devamında yapılan kafa vuruşunu direk dibindeki İsmail’in diziyle çıkarma girişimi, üçüncü golde arka alana inen topta adam paylaşımı yapamayan Beşiktaş’ın 4 Kiev’liyi altı pas civarında yalnız bırakması affedilir şeyler değil. Bunu Toraman’ın yokluğuna mı bağlarsınız, uzun süre kenarda bekleyen Ferrari’nin formsuzluğuna mı yoksa geri 4’lüdeki 3 oyuncunun (A.gücü maçındaki) farklı isimlerden kurulu olmasına mı bilmiyorum ama sezon başından beri Beşiktaş’ın en çok eleştirilen bölgesinin savunma olması dünkü yaşananlar karşısında tesadüf değil. 48. dakikada Milevsky’nin sağdan getirip Yarmolenko’nun boş pozisyonda üstten dışarı vurduğu şutun Dinamo Kiev’in atılan goller dışında aklımda kalan tek önemli hücum girişimi olması, belki de layıkıyla alınacak bir 4-1’lik yenilgiden çok daha ağırdı.


Beşiktaş yediği talihsiz golün ardından devre bitmeden Bobo-Nobre-Quaresma işbirliğiyle 1-1’i yakaladı. Fakat beraberlik golünün oyuncular ve stad üzerinde yarattığı etki ucuz Avon parfümleri gibi sönük kaldı. İkinci yarıda Kiev ön alanda baskı yaparak Beşiktaş’ın geriden oyun kurmasını engelledi. Aurelio aldığı topları olumlu kullanamadı. Guti sürekli alan daraltan rakibe karşı orta alanda pasivize edildi. Anlam veremediğim Ernst-Erhan değişikliğinden sonra sağ kanatta oluşan Hilbert-Erhan kombinasyonunun özellikle Erhan’ın Hilbert’e attığı uzun ve isabetsiz pasların sonrasında ne kadar garip olabileceğini gördük. Orta alan ve sağ kanat tıkanınca tek opsiyonu topu solda Quaresma’yla buluşturmak olan Beşiktaş, Q7’ye gelen ikili sıkıştırmalar ve İsmail’in kariyerinin en kötü maçını çıkarması verileriyle birlikte o kanadını da kaybetti ve bir kısır döngü içerisine girdi. 3. gol yendiğinde maçın bitimine tam 34 dakika vardı. Ancak beraberliğin hatta tek farklı mağlubiyetin bile rövanş öncesi umut vaat edeceği bir ortamda Quaresma dışında hiç kimse oyunu çevirme yada en azından o soğuk havada minimum 90 lira bilet parası ödeyerek İnönü’ye gelmiş taraftarın desteğine karşılık verme ihtiyacı hissetmedi. Ayakta kalan son kale de (Q7) Kiev’e uçmadan inancını yitirmiş olacak ki; uzatmada gördüğü kırmızı kartla kendini -20 derecelik Kiev soğuğundan azad etti.


Lig yarışından erken kopan Beşiktaş'ın görüntüsünün bir anda Avrupa'da değişeceğini ummak ne kadar optimist bir düşünceydi bilmiyorum ama bırakın turu, tur inancı bile İnönü'de bırakmak Metalist faciasından  daha ağırdı. Takım artık tamamen Türkiye Kupasına kanalize olacak, ligde de olabildiğince puan alıp taraftarın gönlünü hoş edecek. Yıldızlarla dolu bu kadronun seneye CL'de oynayamayacak olması ne kadar üzücüyse, ligde azalan baskıyla birlikte Schuster'in artık bazı şeyleri daha net görebileceğini, uygulayabileceğini ummak da önümüzdeki seneye yapılan hazırlığın bir başlangıcı olacaktır.


Schuster

Avrupa Ligindeki başarının yarattığı krediyle ayakta duran Schuster artık o kozunu da kaybetti. Mete Düren ısrarla ‘sabır’ dedi ama yönetimin Alman teknik adama karşı tavrının eskisi kadar yumuşak olmayacağını hepimiz biliyoruz. Vizyonu, profili, oyunculuk kariyeri ne kadar büyük olursa olsun ben hala Schuster’in özellikle kenardan yaptığı hamlelerin oyuna çoğunlukla negatif etki ettiği gerçeğine de dayanarak ligi ve takımı yeterince tanımadığını ve bunda da özellikle kendisine yardımcı olabilecek Tayfur Havutçu’yu ötelemesine ve dışarıya/ farklı fikirlere kapalı olan yapısına bağlıyorum. Ayrıca Denizli döneminde azmiyle, savaşçılığıyla geriye düştüğü maçları çevirmesiyle ünlü Beşiktaş’ın Schuster döneminde o comeback ruhunu kaybetmesi de Alman teknik adamın takım üzerinde yeteri kazanma psikolojisi yaratamadığının bir göstergesi. Maç sonundaki ‘Rahatsızlık duyan stada gelmesin’ demecini ise kaybedilmiş bir maçın ardından sinir havliyle yapılmış talihsiz bir açıklama olarak görmek istiyorum.


Taraftar

4 Portekizli + Guti olmasa dün tribünler ‘Yeter Demirören yeter’ diye bağıracaktı. Başkan transferlerle sezon başında kendisine kredi yarattı, yetmedi kahraman oldu. Ve iki transferle gözü dönen, geçtiğimiz yıl ıslıkladıkları başkana imza törenlerinde alkış tutanlar dün Demirören’e isteyip de göster(e)medikleri tepkiyi mecburi yön değiştirmeyle Hakan’ın, Schuster’in üzerine kustu (Nihat’ın ıslıklanması, Holosko’ya edilen küfürler de unutulmuş değil). İster İnönü’yü yaratıcı pankartlarla doldur, ister futbolcu karşılamak için hava alanına akın et, ister 132 desibel ses çıkar, umrumda değil. Bu takıma kişileri sadece yaptıklarıyla ödüllendirecek yada yerecek bilinçli taraftarlar lazım ve maalesef iki transferle Demirören’i kahraman ilan ederek o gün sempatimi kaybeden Beşiktaş tribünleri bugün de Hakan’ı ıslıklayarak o bilince sahip olmadıklarını bir kez daha gösterdi.

15 Şubat 2011 Salı

İbrahim Üzülmez'in Vedası



İbrahim Üzülmez, Sergen Yalçın gibi saha içinde olan biteni anlatmaktan veya anlamaktan yoksun televizyon yorumcularının sıklıkla kullandığı ‘’hırslı, mücadeleci, isteyen-arzulayan’’ gibi yetenek ve teknik becerilerin arka plana itildiği niteliklerle beslenmiş ve bu sayede futbola duygusal yaklaşıp oyunu daha çok saha içinden bağımsız değerlendiren (Ülkemize gelip daha sahaya adımını atmadan hava alanında omuzlara alınan yabancılara gösterdiğimiz sevgi, Pascal Nouma’nın halen bir dünya yıldızı muamelesi görmesi) taraftarın sevgisini kazanmış bir isim. Kariyerinde çok özel maçlar çıkarmış olsa da yetenekleri, saha içinde yaptıkları 11 yıl aralıksız Beşiktaş forması giyebilmesi için ne kadar yeterlidir, tartışılır. Fakat Beşiktaş için her zaman özel bir figürdür Deli İbo. Yeri geldiğinde hasta hasta sahaya çıkışı, Q-7 ve Guti'nin iki günde bağırlara basıldığı ortamda hiçbir zaman bu ilgiyi görmese de çıkıp sahaya topunu oynaması, kaptanlığı, 11 yıllık Beşiktaş kariyeri vs... Sahip olduklarıyla bulunduğu noktaya nasıl geldiğinden bağımsız değerlendirilmesi gereken bir figür o. Başkan bugünkü basın toplantısında ‘’Ben bugün oğlumu kaybettim. Eşim haberi aldığında evde ağlıyordu’’ sözlerinde ne kadar samimiydi bilmiyorum ama ondan sezon sonunda güzel bir jübile beklerken sözleşmesinin feshedildiği haberini okul dönüşü telefonuma gelen bir mesajla öğrenmek bende tarifi namümkün bir hal yarattı.


Ankaragücü maçının devre arasında İbrahim Toraman’a atmış olduğu yumruktan dolayı takımla yolları ayrılan Üzülmez’e uygulanan müeyyide konusunda ne ‘ayrıcalık gerektirmeksizin kural, kuraldır’ diyebilecek kadar profesyonel ne de tamamen ‘Üzülmez’e ayrıcalık tanınmalıydı’ diyebilecek kadar duygusalım. İçinde bulunduğum konumdan bir sentez çıkarmam zor. ‘’Olay ikinci kez tezahür etti. Cezayı keselim, sonrakilere örnek olsun. Gücün kimde olduğunu anlasınlar’’ vari bir tutum sergilendiği açık, görebiliyorum. Komik olansa; Dünyanın takip ettiği Beşiktaş’ta bu olayların yaşanmasına izine veremezdik diyip bu olayın da Beşiktaşlılık duruşuna dayandırılması… Bunu söyleyen insanları sahaya PAF takımla çıkarız ya da kongrede seçilmezsem paramı yarın geri alırım muhabbetlerinden sonra hala bir duruş yaratma çabası içerisinde görmek gerçekten şaşırtıcı ama neyse o ayrı konu. Ben biraz bugünkü basın toplantısından bahsetmek istiyorum.


1. Başkanın basın toplantısında üzerine vurgu yapıp, olayın yaşandığı yeri (soyunma odası) feshin gerçekleşmesine kriter göstermesine bir anlam veremedim. Bir basın mensubu ‘’Bu iki oyuncu daha önce de kavga etmişti, ardından affedildiler. Üzülmez’in sözleşmesi fesih edilmeden önce yine bir af gündeme gelemez miydi? ’’ şeklinde bir soru yöneltti ve aldığı cevap şu oldu: ‘’İki oyuncu daha önce kampta kavga ettiler. Fakat şu anki olay devre arasında, soyunma odasında yaşandı. Buna göz yumamazdık.’’ Hani merak ediyorum: Söz konusu davranışa uygulanacak prosedür ortadaysa ve netse olayın idman sahasında, soyunma odasında yada bahçe arkasında geçmesinin ne farkı var? Üstelik bir oyuncunun hırsını/duygularını en üst seviyede yaşadığı ve bunları kontrolü altına almakta zorlanabileceği en olağan yer soyunma odası değil midir? Bugün kulüp başkanlarının hakem odası bastığı, bazı yöneticilerin ‘’Hakem odası basılacaksa en iyi biz basarız’’ demekten çekinmediği bir ülkede yaşıyoruz. Yöneticiler tepkilerini kaybedilen bir maçın ardından sıcağı sıcağına böylesine rahat, zehir zemberek biçimde dillendirebiliyorken bir oyuncunun saha içindeki bir küfrü üzerine alıp buna anında, soyunma odasında tepki göstermesi çok mu anormal?


2. Başkan ‘’Bir futbolcuyla bir kulüp başkanı birlikte basın toplantısı yapıyor. Bu Türk futbol tarihinde bir ilk’’ dese de oraya Üzülmez’in beyanatını törpülemek için gittiği her halinden belliydi. İbrahim’e sorulan her soruda araya girdi, çoğunda Üzülmez’e söz hakkı bile vermedi. Kaptanın ‘’Bugüne kadar birçok teknik direktörle, birçok oyuncuyla çalıştım. Hiçbiriyle bir sorun yaşamadım. Sadece bu kişiyle (Toraman) sıkıntı yaşadım. Bunu araştırılması lazım’’ sözünün devamından daha çok malzeme çıkardı ama Demirören sayesinde basın mensupları sordukları hiçbir soruya istedikleri yanıtları alamadı.


3. Demirören’in finaldeki ‘’İbrahim’e kapımız her zaman açık. Alt yapıda veya herhangi bir alanda onu aramızda görmekten mutluluk duyarız. İsterse sene sonunda jübilesini de yaparız’’ ifadesini de pek gerçekçi bulmadım. Disiplin suçu işlediği gerekçesiyle sözleşmesi feshedilen bir oyuncuya (her kim olursa olsun) iki gün sonra ‘kapımız sana her zaman açık’ denmesi bana yeterince samimi gelmedi. 


Hem futbol hem de basketbolda kulüpleri için bayrak adam olmuş karakterlerin böylesine sık ortadan kaybolduğu başka bir dönem oldu mu, hatırlamıyorum. Bugün Ronaldo, Jerry Sloan. Yarın Van der Sar, Phil Jackson... Deli İbo'ya da yolun açık olsun demekten başka birşey gelmiyor elimizden. Bugün alınan karar  oyuncular üzerinde ''Üzülmez'e bile bunu yaptılarsa..'' şeklinde bir caydırıcılık yapar mı? Yönetim bu konuda vereceği sonraki kararlarda aynı kararlılık ve standardı gösterebilir mi? Ya da İsmail Köybaşı olmasaydı Deli İbo'nun fişi yine çekilebilir miydi? Bunlar da ayrı konu.

8 Şubat 2011 Salı

Call of Juarez Dönüyor



Call of Juarez hiçbir zaman kült yada baş altı oyun serileri arasına giremedi. Oyun yazarlarından/dergilerinden belki hak ettiği puanları alamadı. Fakat Techland yapımın içerdiği western temasını müthiş bir hikayeyle bezeyip önümüze iki ciltlik, leziz bir ürün koymayı başarmıştı. Billy'nin üvey amcası Ray tarafından kovalanmasıyla açılan perde ve devamında Juarez'in yakalanmasıyla açığa çıkan gerçeğe şahit olduktan sonra ilk oyunun öncesini anlatan devam oyunu Bound in Blood ile de güzel bir final yapmıştı oyun. Birbirine düşkün iki kardeş, haydutların elinden kurtarıp aynı anda aşık oldukları bir kadın, kadından bebek bekleyen kasabanın 1 numaralı eşkıyası Juarez ve nispeten daha sakin, dindar bir kimliğe sahip olan McCall kardeşlerin 3.sü ve en bahtsızı William. Hani senaryo, grafikler, oynanabilirlik ve diğer bilimum unsurlardan bağımsız olarak şu kadarını söyleyim: Sırf Ray McCall'un başından geçen olayların sonunda yaşadığı karakter değişimini görmek için bile oynanır bu oyun.


Habere gelirsek; Call of Juarez serisi üçüncü oyunuyla geri dönüyor. Oyunun adı Call of Juarez: The Cartel... Elimizde oyunun yine Techland tarafından geliştirileceği ve Los Angeles, Kaliforniya, Meksika ülke/eyaletlerinde geçeceği dışında somut bir bilgi yok ama şimdilik hem bu güzel haberi paylaşayım hem de bu vesileyle bir aylık aranın ardından bloga dönüş yapmış olayım dedim. Tabi bu devam haberi iki soruyu da beraberinde getiriyor. McCall kardeşlerin hikayesi sonlandıktan sonra üçüncü oyunda hangi karakterler ve hikayeler yer alacak? İkincisi de Red Dead Redemption çıtayı bu kadar yukarı çekmişken Techland, Call of Juarez'le beklentilerin ne kadarına cevap verebilecek?

6 Ocak 2011 Perşembe

Yaratıcı Manşetler








Mete Aktaş, Facebook'ta ''8 aylık NBA sezonunda 5 Türk oyuncusu ortalama 30 kez karşılaşsa da basınımız ısrarla, sıkılmadan hala 'Türk Gecesi' başlığını atıyor'' demiş. Ben de kendisine yukarıdaki iki görselle katkıda bulunayım. Ülkemizin iki güzide spor sitesinden...

Bir diğeri için: tık