30 Aralık 2010 Perşembe

Almeida & Fon & Demirören



Yıldırım Demirören’in Salı akşamı konuk olduğu yüzde 100 futbol programını izlerken Almeida ve fon olayı dikkatimi çekti. Başkanı uzun süre dinledim, dinlerken kurguyu kafamda tarttım, analiz ettim fakat her halükarda Demirören’in canlı yayında ağzını kulaklarına vardıran bu ekonomik anlaşmanın daha çok fon yararına olduğu sonucuna vardım.


Şimdi şartlar şöyle;

-Söz konusu şirket 2 milyon euro’luk bonservis bedelini Beşiktaş’ın hesabına yatıracak ve para aynı hesap üzerinden Bremen kulübünün kasasına girecek.

-Parayı ödeyen taraf fon olsa dahi oyuncunun tüm kullanım hakları Beşiktaş’ta olacak. Yani fon sahiplerinin Beşiktaş kulübünün isteği dışında oyuncuyu satma, kiralama vb. işlemleri yapma hakkı yok.

-Beşiktaş oyuncuyu mevcut sözleşme süreci içerisinde 10 milyon euro ve üzeri bir bedelle satarsa bu paranın %55’i kulübe kalan %45’i fon sahiplerine aktarılacak.

-Beşiktaş, Almeida’yı 3,5 yıl içinde satamazsa 2 milyon euro bonservis + bu süreçten doğan faiz haddini fon sahibi şirkete ödemek durumunda.

-3,5 yıl içinde Beşiktaş’a 10 milyon euro’nun altında bir teklif gelir ve kulüp evet derse ne olacağı konusunda net bir fikrim yok fakat yukarıdaki maddelerden hareket edecek olursak; büyük ihtimalle bu durumda Beşiktaş’ın 2 milyon euro + ilgili süre içerisindeki faiz haddini fon şirketine ödeyip oyuncuyu satabilme opsiyonu var. ( Bu durumda fon sahiplerine yüzde 45’lik bir ödeme yapılması söz konusu değil tabi)


Anlaşma kime hayırlı?

-Burada anlaşmanın esas kar eden tarafı fon sahipleri. Çünkü şirketin cebinden ilk etapta bonservis için 2 milyon euro para çıkıyor fakat oyuncu satılsa da satılmasa da şirket bu parayı fazlasıyla geri alıyor. Örneğin; Almeida satılmazsa şirket, Beşiktaş kulübünden 3,5 yıl sonra oyuncunun bonservis + ilgili dönem faiz haddinden kaynaklanan parayı geri alacak. Bu durumda fon, Beşiktaş kulübüne 3,5 yıl için faizle borç para vermiş gibi olacak. Almeida anlaşma kapsamında belirtilen minimal satış rakamı olan 10 milyon euro’ya satılırsa buradan şirketin kasasına 4,5 milyon euro para girecek. Yani yine şirket kar edecek. 3,5 yıl içinde Beşiktaş kulübü Almeida'nın bonservisini fondan almak isterse de (şu an 2 milyon euro'ya alabilecekken) 3,5 milyon euro para ödeyecek.


-Beşiktaş için bu anlaşmadaki tek karlı opsiyon Almeida’nın 10 milyon euro veya üzeri bir rakama satılması olur. Bu durumda Beşiktaş minimum 5,5 milyon euro’yu (paranın % 55’lik dilimini) kasasına koyar ve fon sahiplerine ayrıca Almeida’nın bonservisi için ödenmiş olan 2 milyon euro’yu vermekten de kurtulur. Yani kasaya girecek olan 5,5 milyon euro net kardır. Takım hem kasasını doldurur hem de o süre içerisinde Almeida’dan bedavaya yararlanmış olur. Fakat 3,5 yıl içerisinde satamazlarsa bu durumda yukarıda belirttiğim gibi sadece fondan 3,5 yıl için kredi almış gibi olurlar ve şu an ellerinde hali hazırda verebilecekleri bir 2 milyon euro varken gereksiz yere faiz ödemiş olurlar. 10 milyon euronun altında olup, kulübün evet diyebileceği tekliflerde ise fonun kar katkısı alması söz konusu değil. Bu durumda Beşiktaş’ın edeceği kar tamamen gelecek rakamla alakalı.


Fon daha akıllı

Şirketi bu ekonomik iştirake yönelten önemli gerekçelerinden biri Almeida’nın henüz 26 yaşında olması. Portekiz milli takımında oynayan, hatrı sayılır bir pazar hacmi olan ve kariyerinde bir büyük sözleşme daha yapabilecek kudrete sahip bir oyuncu Almeida, burası doğru. Fakat işin en cazip tarafı; bonservis bedelinin 2 milyon euro gibi söz konusu oyuncuya göre çok düşük bir rakam olması. Şirketin içeriği, yapısı ve künyesi hakkında hiçbir şey bilmesek de burada önem arz eden iki unsur var; bonservis bedeli ve oyuncunun tekrar pazarlanabilirliği… Bir tarafta 2 milyon euro ve diğer tarafta Almeida’dan bahsediyorsak ve anlaşma en kötü şartlarda bile ekstradan size bir faiz kazancı getiriyorsa şu saatten sonra fonun olaya neden müdahil olduğunu sorgulamaya sanırım gerek yok. Demirören canlı yayında ‘’Bizden geçtiğimiz yaz Almeida için 6 milyon euro istediler’’ dedi. Misal Beşiktaş bu transferi o dönemde bu maliyet üzerinden gerçekleştirseydi fon kesinlikle bu rakam karşısında anlaşmanın bir tarafı olmayacaktı.


Beşiktaş oyuncuyu satarsa cebinden 5 kuruş çıkarmadan kasasına minimum 5,5 milyon euro koyacak. Fakat benim anlamadığım nokta şu: Demirören ‘’Biz parayı kendi cebimizden vermeye hazırdık, birden fon geldi, bizi buldu’’ dedi. Yani Beşiktaş’ın hali hazırda Bremen'e verebileceği bir 2 milyon eurosu vardı. Fakat söz konusu bedel bu kadar düşükken ve karşılığında Almeida gibi profilli, ileride ciddi rakamlara satılma ihtimali kuvvetli bir forvet alınmışken daha sonraki olası bir yüksek bedelli satışta (ki; burada 10 milyon euro ve üzeri rakamlardan bahsediyoruz) pastanın tamamını alma şansına karşın burada fonu kara ortak etmenin anlamı ne? Hani Almeida’nın yada alınacak herhangi bir futbolcunun bedeli 8-10 milyon euro gibi yüksek miktarlar olsa Beşiktaş kulübüne hak veririm ama söz konusu para yalnızca 2 milyon euro yani Nihat’ın yıllık alacağı kadar bile değil... Almeida’yı yarın 15 milyon euro’ya satsa 2 milyon euro’luk fon için karşı tarafa 7 milyon euro kar katkısı ödeyecek Beşiktaş. Satamazsa da boşuna faiz ödemiş olacak.


Sonuç olarak bonservis bedellerinin daha ekstrem seviyelerde olmadığı yada oyuncunun kendi ederinin altında bir maliyetle el değiştirdiği bu tip durumlarda bu tarz anlaşmaların pek kulüpler lehine olacağını düşünmüyorum. Fon şirketi her halükarda karlı. Beşiktaş’ın karı ise sadece oyuncuyu elden çıkarabilmesi durumunda mümkün olacak. Tabi onun da ( 2 milyon euro için) yüzde 45’ini feda ederek…

5 Aralık 2010 Pazar

Orlando & Virüs & Bogut & İddaa



Dwight Howard, JJ Reddick, Jameer Nelson ve Mikael Pietrus’u mide virüsüne kurban veren Orlando 7,5 kişilik rotasyonla oynadığı bu sabahki maçta rakibin Milwaukee olmasının da etkisiyle fena görünmedi. Ersan ve arkadaşları oyunun büyük bölümünü domine etti, farkı erken bulup bu avantajı 7-15 marjında tutmayı başardı fakat o öldürücü darbeyi bir türlü vuramayınca kapı aralık kaldı. Jason Williams’ın solo üçlükleriyle direnen ve son anlarda serbest atış çizgisinden 5/16 ile atan Bogut’a yaptıkları ‘’Hack a Bogut’’ taktiği ile son kozunu oynayan rakibe bir ufak davetiye gönderdiler. Neyse ki Orlando’nun o davete gitmeye pek niyeti yoktu!


Grup maçlarını lider bitirmeyi garantiledikten sonra gruptaki 6. maçı için prestij amaçlı Türkiye’ye gelmiş CL takımlarını andıran kadrosuyla Orlando’nun silahları sınırlanmıştı. J Nelson’ın yokluğunda komutayı Vince Carter devraldı. Sertlikten pek haz etmeyen ve oyununu genelde şut üzerine temellendiren Carter savunmada hemen hemen her pozisyonda yumuşak kalan Bucks’a karşı bu sefer doğru olanı yapıp sürekli içeri penetre etti, temas kovaladı. Üç sayı çizgisinin gerisinden 5’te 0 atmasına karşın potaya yürüdüğü pozisyonlardan çoğunlukla sayı/faul çıkarmasını bildi. Carter’ın en büyük destekçisi olması beklenen Rashard Lewis ise berbat şut performansıyla oynadığı maçın belirli bölümlerinde biraz da koçunun iteklemesiyle Corey Maggette’ye karşı fizik avantajını kullanıp bir-iki kez göstermelik post move oynamaya çalıştı fakat Maggette’ye yaptığı bir hücum faulün sonrasında o da sırtı dönük oynamaya alışık olmadığını görüp vazgeçti. Boyalı alanda Gortat yeteri tehditi yaratamayınca ve takımın iki oyun kurucusu toplam 3 asistte kalınca (top dönmeyince) 4 kısa + 1 uzun sisteminin çıkış noktası olan Lewis’in o alışıldık müthiş pas trafiğinin sonrasında dışarıdan bulduğu boş atışları Bucks karşısında bulması pek mümkün değildi. Takım olarak üç sayı denemelerinde sezon ortalamasına (23,6) yaklaşılsa da bunların sadece 6’sını sayıya çevirebildikleri gibi Jason Williams’ın 3/3’ü dahil birçoğu set üzerinden gelmedi.


Diğer tarafta ise Howard’ın yokluğu ve Gortat’ın uyurgezer modunda takılmasıyla hem oyunu hem de rakamlarıyla ışıldayan bir Bogut vardı. Sırtı dönük aldığı topları yüzdeli bitiren ve girmeyen her iki toptan birini de içeri tipleyen (8 hücum ribaundu aldı) Bogut takımın imdat düğmesine bastığı anlarda sahne aldı ve Gortat’a sayılarda 31-2, ribaundlarda 18-10’luk üstünlük kurdu. Yine Gortat’ın hücumda hemen hiç rol almaması Bogut’un üzerindeki savunma yükünü azalttı, çok rahat bir maç çıkarttı Avustralyalı. (Maçın kazanılmasındaki en büyük faktördü bana göre). Maça kötü başlayan John Salmons da tepeden gelen basit perdeleri kullanıp orta mesafeden adeta şut idmanı yaparak korna çaldığında 16’yı buldu (Bir ara FT çizgisi civarında peş peşe 2-3 şutuna hiç el gösterilmediğini hatırlıyorum.) SVG’nin rakibin hızını kesmek için bir hamle yapması bekleniyordu fakat alan savunması herkes için sürpriz oldu. Bucks’ın zone’a karşı iyi hücum ettiğini ve alan savunmasını cezalandıracak ciddi bir dış tehditleri olduğunu düşünmüyorum fakat özellikle savunma ribaundlarında bu kadar sıkıntı yaşanırken zone’a geçmenin ve kaldır-at modunda hücum eden Bucks’a bu sayede topu dolaştırma imkanı vermenin mantığını ben şahsen çözemedim. Brandon Jennings gecenin iyilerindendi, Ersan ise topa dokun(a)madığı her hücumda parkenin bir ucundan diğer ucuna koşturmaya devam etti. İçeride Bogut arka alanda da Salmons ve Jennings gibi iki ego varken Ersan nasıl sabırla kendini bu kadar hazır ve motive tutabiliyor, anlamıyorum. Şu takımdan ayrılması en büyük dileğim…


Orlando’nun eksiği, Milwaukee’nin basiretsizliği maçın tek cümlelik özeti... Orlando, Howard’ın oynamadığı, Gortat'ın da yokları oynadığı maçta ribaund almakta ve Bogut’u savunmakta sıkıntı yaşadı. Topu çevirmekte, organize olmakta zorlandı ve hücumda Carter'ın dalışları dışında kendilerine kullanılabilir bir opsiyon yaratamadı. Milwaukee ise rahat önde götürdüğü ve kontrolünde tuttuğu maçı kıracak hamleyi yapamayarak rakibini son ana kadar oyuna ortak etti ve o son anlarda Bogut’a yapılan taktik faullere rağmen (Bogut çizgide bir ara 10’da 2’ydi) yine Avustralyalının dominant oyunuyla maçı kazanmasını bildi.


Genelde futbol maçlarına verdiği kepaze oranlar yüzünden eleştirilen İddaa ise dört oyuncudaki virüs sebebiyle Milwaukee’nin favori konuma geldiği ve birçok bahis firmasının ev sahibi aleyhine -4,5 handikap açtığı bu maçta ev sahibinin handikapını -0,5’a düşürerek gönül rahatlığıyla Milwaukee’ye oynamamı sağladı. Teşekkür ederim kendilerine. 20’ye 145 aldık. Kısa gecenin güzel karı.

28 Kasım 2010 Pazar

İşçi Spoelstra



Profesyonel iş hayatında performans ve verimliliği etkileyen birçok faktör var. Hiyerarşik kademeleşmeden doğru görev dağılımına, işverenin tutumundan saha içi iletişime, yeterli güdülenmeden iş/ücret parametresine kadar uzun bir liste çıkarılabilir. Üniversitedeki ilk yıllarımda bir tekstil firmasında çalışırken benim işletmeyle ilgili orta-uzun vadeli fikirlerimi, hayallerimi çürüten ve şimdilerde her önünden geçtiğimde bana ‘direkten dönmüşüm’ mealinde yorumlar yaptıran birçok öge vardı misal bu bültenden. Evet, aldığım 268 liralık aylık maaş haftada 55 saat çalışan birine göre oldukça komikti. İçeride kadını yücelten erkeğin üzerine aşırı sorumluluk yükleyen iş tanımı kaynaklı bir bozuk organizasyon yapısı vardı. Yetki-sorumluluk birimleri birbiriyle örtüşmüyordu ve bir takım uygulamalar/ayrımlar personel arasındaki sosyal bağları zamanla zayıflatıyordu.


Mağazaya her sabah adımımı attığımda asık suratlı organizmalarla karşılaşan ben, birçok sorunu görmezden geldim. Hak ettiğimden azını kazansam da bu ülkedeki klasik genel-geçerlerden ‘buna da şükürü’ kendime prensip edindim. Aynı departmanda görev yaptığım patronumun bana tevazu göstermesine de gerek yoktu. Yirmi dakikalık yemek molasını iki saate çeviren mevkidaşlarımın açıklarını yine üstlerimin ‘Biz bir takımız. Birimizin açığını diğerimiz kapatacak’ eksenli gaza getirici (!) direktifleriyle kapatmaya alıştım, üstünü örttüm. Şartlar her açıdan boktandı, ciddi ciddi elim iki kez istifa mektubuna gitti, bekledim ve bir süre sonra total cironun düşüklüğünden olsa gerek merkez, havuz sisteminden prim düzenine geçme kararı aldı. Satış rakamlarında her ay başa güreşen benim için bundan daha iyi bir haber olamazdı.


Sonrası bilindik…Aylık maaşımı 3’e katlayınca yaşadığım mali refah bir süre tüm olumsuzlukları tolere etmeyi başardı. İki saat yemek paydosu yapan partnerlerimin tutumu, iki kazak fazladan satabilmek için izin günlerinde bile mağazaya gelebilecek kadar değişti. Cukka kabarınca mesai sonrası ‘dışarı çıkma günleri’ düzenlendi. Bozuk ilişkiler yerini sözde tatlı ama samimiyetsiz diyaloglara bıraktı. Paranın gücünü gösteren kesitlerden birer kupleydi bu seyrettiklerim.


Yeni düzene geçişten yaklaşık 7-8 ay sonra önemli bir gelişme yaşandı. Geride bıraktığımız global krizin yaşandığı süreçte mağaza müdürümüz esasında firmanın 2 numaralı adamı olan operasyon müdürü kardeşinden aldığı bir istihbarat doğrultusunda firmaya ait bulunduğumuz şehirdeki 5 mağazanın 2’sinde bazı personellerin görevine son verildiğini ve bu durumun bizim mağazamıza sıçrama durumunun olasılık dahilinde olduğunu söyledi. Buna göre 2 yönetici + 6 satış danışmanı bulunan personel kadromuzdan bir yahut iki satış danışmanının işini kaybetmesi söz konusuydu ve bu yönde alınacak bir karar takiben 20-25 gün içerisinde tarafımıza bildirilecekti.


Haberi aldıktan sonra mağazayı esir alan o kaotik ortamdan, milletin müdüre şirin görünme gayretlerinden yada ay sonu yaklaştıkça zirve yapan dedikodu kulislerinden bahsetmeye gerek var mı, bilmiyorum. Müdürün suratındaki ‘’Ulan ben şimdi kimi kovacağım?’’ ifadesi, bunun personel tarafında yarattığı gerginlik, performanstaki gözle görülür düşüş ve tabii ki satışlardaki çeyrek birimlik azalma elbet beklenen semptomlardı ama benim bu süreçte farkına vardığım en önemli ayrıntı şu oldu: Bizim iş yeri performansımızı, motivasyonumuzu etkileyen birincil unsur ne patron, ne partnerler ne yapılan mali iyileştirme ne de işimizi kaybetme korkusuydu. 'Daha çok içinde bulunduğumuz sürecin yaratmış olduğu belirsizlikti'. Prestij ve maddi tabanlı kaygılar bir yana ‘mevcut ortamda önümüzdeki düzlüğü sağlıklı biçimde görememekti.’ (Dipnot: Kovulma korkusu mutlaka performansı olumsuz etkiler, buradaki belirsizliğin çıkış noktalarından biri de budur. Fakat benim altını çizmek istediğim husus şu: Bana biri şu tarihte kesin işten ayrılacaksın deseydi motivasyonumu bir süre, belirli ölçülerde kaybedebilirdim ama sonucun (işten çıkmanın) netleştiği bu ortam aynı zamanda bana kendime yeni bir yol haritası çizme ve bu sayede kalan süreci bana rahat kafayla, daha verimli değerlendirme imkanı sunabilirdi).


İşçi Spoelstra

Chris Bosh ve LeBron James’in takıma katıldığı anda patlak veren üç süperstar bir arada geçinebilir mi sorularının orijininde aslında ‘’Spoelstra bu üçlüyü dizginleyebilecek kalibrede bir koç mu?’’ ön görüsü vardı ve Riley’nin ismi henüz o günlerde zikredilmeye başlamıştı. Şimdiyse Miami’nin 9-8’lik derecesi, gün geçtikçe artan medya baskısı ve geçmişteki Van Gundy vakasının oluşturduğu tandem Spoelstra’nın sallanan koltuğunu yıkmak üzere. Bahisler artık Riley gelecek mi üzerinden değil, ne zaman gelecek sorusu üzerinden yapılıyor ve bunun için biçilen en optimist süre 25 aralık yani christmas akşamı…


Dün akşamki Dallas deplasmanında takımın saha içindeki bıkkın görüntüsünden LeBron James’in vücut diline kadar birçok şey aslında problemin salt parke üzerindeki kötü basketbolla ilintili olmadığının göstergesi bana göre. Her time-out hareketinde Spoelstra’nın yüzündeki korku dolu endişeyi ve bir şeyler kanıtlayabilmek için ortaya koyduğu gayretin oyuncuların umursamaz tavırlarıyla parke üzerinde sonuçsuz kaldığını görünce o endişenin giderek katlandığını görmek için müneccim olmaya gerek yok. Zaten sezona yeterlilik tartışmaları ve Riley’nin gölgesinde istim üzerinde başlamıştı Filipinli ve şu görüntüden sonra bence o da kafasındaki coaching figürünü eritti, inancını yitirdi, sadece birilerinin yukarıdan sur’u üflemesini bekliyor.


Öte yandan oyuncuların da koçu pek salladıkları iddia edilemez. Onlar da Riley’nin geleceğini biliyorlar ve sanki değişim bir an evvel gerçekleşse de yeniden işimize dönsek, bir temiz sayfa açsak havasındalar. 8-0’lık Dallas serisinden sonra alınan molanın hemen dönüşünde LeBron James’in set met dinlemeden üç sayı çizgisinin gerisinden el üstü attığı şut bile Spoelstra’nın ne kadar iplendiğinin açık kanıtıdır. Filipinli neredeyse tüm molalarını üçüncü çeyrekte bitirdi ama Heat’te yaprak kımıldamadı. Wade ve James’in yüzünde ne bir tebessüm ne bir hırs ne bir sertlik ifadesi vardı. İkisi de duygularını aldırmış, sanki silah zoruyla oynuyormuş gibiydi. Kaybedilen maçlar bir yana iki süper yıldızın şu maçtaki haliyet-i ruhiyyesi bile Spoelstra’yı kapı dışarı etmek için yeterli bir sebep.


Riley gelecek

Farklı bir şey söylemeyeceğim. Spoelstra’nın üç yıldızı idare edebilmek için yeterli ağırlığa sahip olmadığını bunun altından ancak Riley gibi bir tecrübenin kalkabileceğini biliyoruz. Pat Riley hem dışarıya etik görünmek hem de Spoelstra’ya yeteri fırsatı verdiğine dair bir intiba yaratmak için süreci mümkün mertebe uzattı ama artık zamanı geldi. Zira bu belirsizlik ortamında bir insanın görevini sağlıklı biçimde icra etmesi, inancını koruması ve altındaki birliği yönetmesi ne kadar zorsa kısa vadeli çözümler uğruna alabileceği bir takım (spontane/acele) kararların ekibine daha fazla zarar verebilmesi de olasılık dahilinde. Tıpkı bizim mağazada olduğu gibi kişinin o artçı sarsıntıyı hissedebilmesi bile bunun için yeterli. Spo-Miami flörtü zihnen sona erdi ve Miami’nin rahata erebilmesi, daha fazla kaybetmemesi için artık bunun resmiyete dökülmesi gerekiyor ve mümkünse 25 aralıktan önce.

21 Kasım 2010 Pazar

Medal of Honor (İnceleme)



Siyaset ve diplomatik ilişkilerin hayatın birçok diliminde olduğu gibi oyun dünyasını etkilediklerine sıklıkla şahit olduk. Cod: Mw2’deki ‘No Russians’ bölümüne tepki gösteren ve o kısmın oyundan çıkarılmasını isteyen Rus hükümeti aklıma gelen ilk örnek. Zamanında ikinci dünya savaşı temalı birçok yapıma malzeme olan ve her seferinde sırtlarına ‘loser’ etiketi vurulan Almanlar, Cod: Black Ops’a kısmi sansür uyguladı. Amerika’da da Medal of Honor’ın multi player modundaki Taliban ibaresi ‘’Taliban kimliği taşıyan hiç kimse Abd askerini hedef alamaz’’ gerekçesiyle törpülendi, opposing force oldu.


Şimdiye kadar Türk kimliğini, toprağını, tarihini, zihniyetini temel alan bir yapım olmadığı için bu konuda yapacağım yorumlar ‘’Davulun sesi uzaktan hoş gelir’’ şeklinde bir algı yaratabilir fakat tüm empati kurma gayretime ve milletler arası siyasi hassasiyetleri gözetme inancıma rağmen Birleşik Devletler’in Taliban’a karşı göstermiş olduğu salt ‘’isim bazlı’’ reaksiyonu henüz anlayabilmiş değilim. Taliban ismine bir şekilde kılıf uydurulması gündemdeydi, uyduruldu. Fakat bu adamlar yine aynı silahlarla, aynı kılık-kıyafet, donanımla ve yine kendi (Afgan) topraklarında Amerikan ordusuna karşı cenk ediyorlar ve biz onların hangi güruhu, hangi milleti temsil ettiklerini biliyoruz. Söz konusu organizma ismen farklı olup şeklen aynı kaldıktan sonra neticenin ‘’Bizi Taliban vurmadı da Opposing force vurduya’’ bağlanması Fox News’e kadar sirayet eden bu karşıt tutumları şahsen benim gözümde değersiz kılıyor.


Fikrine itibar ettiğim birkaç arkadaşım ‘’Ya bir tarafta Türkler, diğer tarafta Pkk olsaydı bizim tavrımız ne olurdu?’’ minvalinde yorumlar yaptı. Peki ben de soruyu şöyle değiştireyim: Mehmetçik ile Pkk arasında Kuzey Irak’ta geçen bir savaş ele alınsa ve geliştirici firma daha sonra gelen tepkiler üzerine Pkk ismini opposing force olarak değiştirse bizim tavrımız Abd gibi yumuşar mı? Ya da Mavi Marmara isimli gemide sivil – asker karışık bir Türk grubuyla yola çıkıp Gazze’ye yardım götürsek ve yolumuz İsrail askerleri tarafından değil de X timleri tarafından kesilse ve oyunun multiplayer modunda İsrail askerlerinin yerine ‘X timleri’ olsa bu değişim bizim için bir önem ifade eder mi? Yine tepki koymaz mıyız? Tarafımızdan oyunun iptali talep edilmez mi? Kurgu yada konu üzerinde radikal bir değişiklik yapılmadığı sürece isimlerin değişmesi bu kadar mı önemli?


Neyse, Siyasetten oyuna…

Senaryoyu bilmeyeniniz yoktur. Medal of Honor'da Afgan topraklarında Birleşik Devletler’e ait gizli operasyonlara tabii, eğitimli (!) Tier 1 grubuna mensup askerlere hayat veriyoruz. Hikayeyi ilk okuduğumda Abd’nin söz konusu bölge stratejisi ve mensubu olduğumuz timin özellikleri doğrultusunda politik mesajların ağırlıkta olduğu, daha ince-detaylı ve taktiksel ağırlıklı bir görev zinciri bekliyordum ama elimizde damıtılmamış bir aksiyon ve yine Abd’yi winner ilan eden bir oyun var. MoH bir askerin 12 aylık operasyon macerasının 2 aylık kısmını ele alan kısa bir günlük gibi. Oyunu bitirip final video’sunu seyrederken zihninizde‘’Ulan ne oldu şimdi? Ben bu işten bir bok anlamadım’’ şeklinde bir soru vuku bulduysa altında başka gerekçe aramayın. Tepede bir general, altında ona bağlı bir rütbeli ve onun altında da rütbelinin yönettiği merkezden emirler alan askerlerden kurulu bir hiyerarşik düzen var. Açılışta 'Tariq’i bul' şeklinde bir görev veriliyor, ardından bu yan görevimsiler benzeri talimatlarla devam ediyor ve finale yaklaşırken aslında bu görevlerin ana senaryonun muhteviyatına dair dişe dokunur bir detay içermediğini, sadece aksiyonu artırmak ve campaign modunun ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramadığını öğreniyoruz. 


                                                                        İşte o meşhur sakallı dede

Tier 1 gizli operasyonları yürütmek için özel eğitilmiş askerlerden kurulu bir ekipse Electronic Arts’tan bir yetkili çıkıp bu askerlerin nasıl her operasyon sırasında pusuya düşmeyi becerebildiklerini, neden 1 metrelik kayanın üzerine tırmanamayacak kadar basiretsiz olduklarını ve ilerleyiş esnasında engebeli arazileri kullanıp kendilerini kamufle etmeleri gerekirken neden düşmana görünmek istiyormuşçasına yolu ortalayarak yürüdüklerini açıklasın! Tier 1 gibi her açıdan donanımlı bir askeri timin kağıt üzerindeki nitel avantajlarını bir takım taktiksel becerilerle birleştirip daha çok gizliliğe ve taarruza dayalı bir oyun çıkarmak varken bu timi geri zekalı hüviyetine sokup sürekli pusuya düşürerek bizi sürekli savunma yapmak zorunda bırakan ve arzu ettikleri aksiyonu/ hareketliliği bu yolla sağlamaya çalışan yapımcılara diyecek söz bulamıyorum. Hani madem bunu yapıyorsunuz bari özgün davranın. Rabbit’le sakallı dayı Dusty’nin birlikte ilerlediği bölümleri oynarken birçoğunuz muhakkak CoD: Mw2’de Captain Price’la birlikte yol aldığımız bölümlere dair bir flash back yaşamıştır. ‘’Dur, hareket etme. Şimdi move move’’ tümcelerinden tutun da bir yükseltiye çıkarken yaşlı kurtun bizi eliyle yukarı çekmeye çalışmasına kadar birçok detay copy-paste yapılmış. Mw2’deki kar motoruyla kaçış sahnelerinin yerini de burada Atv ile yapılan kuru seyahatlar almış.


Afganistan gibi bir coğrafyada kalkıp kimsenin bir tank kullanmasını beklemiyorum. Fakat kullandığımız iki taşıtın (Atv ve helikopter) da oyuna bu kadar basit, detaydan yoksun, sırf oyunda bir-iki araç olsun mantığıyla entegre edilmesi sinir bozucu. Atv’yi sadece bir yerden başka bir bölgeye geçerken kullanıyoruz ve üzerindeyken silah kullanamıyoruz. Helikopter üzerinde de kontrol yetkimiz yok, sadece hedef belirleyip ateş edebiliyoruz, hepsi bu.


Resimdeki arkadaş beni göremiyor. Neden? Çünkü bende gece görüşü var, onda yok. Peki gözü görmeyen arkadaşın orada hala işi ne?


Yapay zeka hem Tier 1 askerleri hem de Taliban cephesinde yerleri öpüyor. Karşımıza çıkan düşmanların yüzde 90’ı sürekli siper ardından ya da ağır makineli bir tesisatın arkasından ateş ettikleri için onlar için bir zeka tanımlaması yapabilir miyim bilmiyorum ama Tier 1’ın IQ seviyesi facia boyutlarda. Birkaç özel bölüm dışında takım arkadaşlarımız arasında gözle görülür bir iş bölümü yok, herkes başına buyruk hareket ediyor ve birçok görev biz olaya müdahil olmadığımız sürece çözülmüyor. Zaten MoH’da ayak işlerini yapmakla görevli bir köleden farksızız. ‘’Rabbit şuraya koştur, Rabbit bak şurada Rpg var onu indir, Rabbit bizi şu sniper’cıdan kurtar, Rabbit koordinatları belirle orayı bombalayalım vs.’’ Örneğin; karşımızda MMG Gunner’ın arkasından bize adeta mermi kusan bir düşman var ve o düşmanı her öldürdüğümde ağır makinelinin arkasına başka bir arkadaşı geçiyor. MMG Gunner yüksek bir tepenin ortasına konuşlandırılmış ve bu tepenin sağ ve solundan sürekli düşman çıkıyor. Bizim bulunduğumuz yer ise bu yükseltinin hemen altı, yani adamlar bize tepeden bakıyor ve benden bulunduğum düzlükteki kaya parçalarını kendime siper ederek tepedeki makineliyi kullanan düşmanı alt etmem isteniyor. Ben bir şekilde söz konusu arkadaşa kanalize oluyor, onu kolluyorum. Fakat bu sırada yükseltinin sağından ve solundan fırlayarak beni kıskaca alan diğer düşmanlar bana mermi yağdırıyor ve benim biricik Tier 1’im o elemanları vurup beni kollamak yerine ‘’Hadi şu herifi indir, acele et’’ minvalinde sinir bozucu laflar etmeye başlıyor ve takım oyunundan eşsiz pasajlar (!) sunuyor.


Afganistan’ın coğrafik betimlemesi hoşuma gitti. O yıkık dökük barakalar, dağlık engebeli araziler güzel çizilmiş. Yükseltinin arttığı bölgelerde dev kaya parçaları ve bu barakaların güvenlik/siper anlamında taktiksel birer öge haline gelmesi ve bu yapıların hasar alabilmesi de olaya hoş ve gerçekçi bir hava katmış. Her ne kadar koca bir barakanın yıkımından geriye sadece 2 taş parçası kalıyor olsa da… Bu arada haritanın büyük bölümünün görünmez duvarlarla çevrilmesi, bize özgürlük/ hareket serbestisi tanımaması ve sürekli sistemin işaret ettiği bölgeden yürümeye mahkum etmesi takvimler 2010'u gösterirken biraz abes kaçıyor.


Oyunda silah çeşitliliği tatmin edici ölçülerde. Mermimiz bittiğinde takım arkadaşlarından mermi talep edebildiğimiz için herhangi bir mühimmat sorunu yaşamanız imkansız. Hoşunuza giden bir silah varsa alıp oyunun büyük bir kısmında kullanabilirsiniz (Keza bazı görevlerde farklı askerlere hayat verdiğimiz için haliyle silahlar bölümden bölüme değişkenlik gösterebiliyor). MoH silah konusunda yeterli spesiyaliteye sahip ama düşmanların vurulmaya karşı gösterdikleri komik vücut tepkimeleri hesaba katıldığında bu ne kadar değerli bir artıdır, orası tartışılır.


MoH’ın övgüyle bahsedeceğimiz bir özelliği varsa o da kesinlikle sesleri. Çatışma esnasında askerlerin telaşı, bağrışmaları, silah sesleri ve yukarıdan gelen telsiz konuşmaları içinde bulunulan atmosfere canlılık katıyor. Bir de bu gerilimi tamamlayacak sağlam bir arka fon müziği olsaydı müthiş olurdu ama bunca zafiyetin arasında bu kadarı da yeterli. 



Modern Warfare mi? Yürü, git işine

Mekan tasvirleri ve işitselleri dışında 'olmuş' diyebileceğimiz bir unsur barındırmayan bu oyunun ismi MoH olmasaydı beklentilerimi kısıp daha yumuşak ve aynı ölçüde yüzeysel bir değerlendirme yapabilirdim ama sırf ismiyle, geçmişiyle bile ciddi merak uyandıran bir yapım hazır WW2 konseptinden de kurtulmuşken bu kadar hayal kırıklığı yaratmamalıydı. Final sahnesinden anladığım kadarıyla yapımcılar Medal of Honor'ın devamını getirmeye kararlı. İnşallah eksiği gediği görüp daha sağlam bir devam oyunuyla çıkarlar karşımıza. Bir CoD kolay olunmuyor.

Mclaren 

13 Kasım 2010 Cumartesi

Laf-ü Güzaf #3


Darko Milicic: ''I don't know what's wrong with my shot''  (Şutuma ne oldu, bilmiyorum.)
 

29 Ekim 2010 Cuma

FIFA ve PES Üzerine Kısa Kısa



Aslında Fifa 11 için ayrıntılı bir inceleme yazmayı planlamıştım fakat bloga son bir haftadır post girilmemesinden de anlaşılacağı gibi yeni sezon tahmin ettiğimden daha büyük bir yoğunluk getirdi hayatıma. Bu ağır tempo vize sınavlarının da araya girmesiyle sanırım bayrama kadar sürecek ve sonrasında bir terslik olmazsa Nba-Oyun üzerinden daha güncel şekilde devam edeceğiz. Fifa 11 için daha geç olmadan, şimdilik temel başlıklar halinde araya yer yer Pes’i de sıkıştırarak bir şeyler karalayalım, boş geçmeyelim.


Farklılıklar, keskin hatlar

İnternete düşen ilk teaser trailer’lardan deneme aşamasına kadarki süreç bize şunu gösterdi: İki firma sonuca gidebilmek için kendilerine iki farklı yol haritası seçmiş. Konami oyunun temposunu ağırlaştırarak, taktikleri revize ederek ve overall farklarını asgariye indirerek Pes’i simüle etmiş. Ea Sports ise konsoldaki başarılı oyun mekaniklerini ve grafiklerini PC’ye port etmekle yetinip, üzerine aslında çok fazla rötuş koyma gereği de duymadan müşteri tatminini sağlamayı başarmış ve o ‘arcade’ tadını bozmamış. Bundan 3 yıl önce Pes ve Fifa arasında bir tercih yapmamız istenseydi kıstasımız; grafik, yapay zeka, oyuncu modellemeleri gibi biraz teknik ama görselden hallice konular olabilirdi. Fakat şimdi (firmalar arasında söz konusu detaylarda birbirlerine açık ara yapacak kadar fark olmadığını da düşünürsek) Pes’teki temel ayrıntıların biraz daha gerçeğe yakınsanmasıyla (düşük tempo - ağır kontroller - sonuca daha fazla etki eden, alternatifi bol taktik ekranı) oyun içi simülatif değerlerin artması ve Fifa’nın alışıla geldik arcade havasını devam ettirmesi tüketici tercihlerini artık ‘Simülasyon mu? Arcade mi’ bazlı kılmaya başladı ve firmalar bulundukları güzargahtan sapmazlarsa bu hat zamanla daha fazla keskinleşecek.

(1)Pes’in pas ve şutun yönünü/şiddetini ayarlamamıza izin veren yeni top kullanma sistemi verilebilecek simülatif (gerçekçi) örneklerden sadece biri. Fifa’da pasın hızını ayarlayabilsek bile herhangi bir yön tuşuna bastığınız vakit top otomatikman o bölgeye en yakın pozisyondaki takım arkadaşınıza doğru yönleniyor.(2) Pes’in taktik evremi daha derin ve bu taktiklerin oyuna etki derecesi daha fazla.(3) Fifa’da oyunun temposu çok hızlı, arka arkaya yapacağınız 3 basit pasla rakip kaleye gidebilmeniz mümkün ve kontrol mekanizması bu sisteme entegre biçimde basit. Pes’de ise bırakın 3 pasla gole gitmeyi, savunmadan stoperlerle ileri çıkıp oyun kurarken bile zorlanıyorsunuz.

Bunları Fifa’yı kötülemek yada Pes’i göklere çıkarmak için yazmadım (Bu yılki tercihimin Fifa olduğunu da belirtmiştim). Amacım sadece bu sene iyice keskinleşen simülasyon-arcade bazlı farklılıkları ön plana çıkarmak. Konami’nin yaptığı yenilikler Pes’le Fifa’yı çok farklı iki yola soktu ve tüketici tercihlerini ‘görsel bazlı’ olmaktan çıkardı. Benim gibi yüksek tempo, süratli oyun ve daha basit oyun kontrollerine alışkın bünyelerin adresi Fifa olacak. Teknik/taktik anlamda daha fazla insiyatif isteyen, alışabilmek için hayli sabır isteyen yeni kontrollere uyum sağlayabilen ve en önemlisi oyunda derinlik arayanların adresi ise Pes 11…


Yapay zekalar oyun tiplerine uygun entegre edilmiş mi?

Pes incelemesi blogda mevcut. Üzerine ilave yapmak gerekirse; Konami’nin bu yeni düzeni bir üst seviyeye çıkarabilmek için yapması gereken ilk şey; yapay zekayı geliştirmek olabilir. Özellikle futbolcular arasındaki hareket senkron problemi çok can sıkıcı. Bir kanat oyuncusu topla son çizgiye inip meşin yuvarlağı içeri kestiğinde genelde hava topuna çıkacak bir takım arkadaşımız olmuyor ceza sahası içerisinde, oldukça ağır kalıyorlar. Bir de top player seviyesinde oynuyorsanız düştüğünüz ofsayt pozisyonlarının sayısındaki artışı mutlaka fark etmişsinizdir. Bu CPU tarafından yönlendirilen rakip defansın savunma başarısı mıdır yoksa bizim ileri uç elemanlarının yapay geri zekalılığı mıdır, tartışılır ama bence ikincisi. (Kornerden gelen topun ribaundunu alıp meşin yuvarlağı ikinci kez içeri kestiğimde 3-4 oyuncum her seferinde rakip savunma hattının 3-4 metre gerisinde ofsayta düşüyorsa bunun başka açıklaması olamaz.)

Fifa’da yapay zeka çok abartı seviyelerde. Neredeyse tüm oyuncular sistem tarafından ‘’geriye oynamak yasak’’ şeklinde programlandırılmış. Ne kadar baskı yaparsanız yapın mutlaka topu kullanacak bir boşluk, bir alternatif buluyorlar ve bunu da sıfır hatayla yapıyorlar. Pres sistemine alışmak da bir o kadar zor. Koşu halinde topa müdahale etmeye kalktığımız vakit rakip oyuncunun dönüş, çalım ve fake hareketlerine karşı bizim oyuncumuz aynı hızda reaksiyon veremiyor ve çabuk ekarte oluyor.

Fifa maç ambiansı hususunda Pes’den birkaç adım ötede. Türk takımlarının maçlarında tribünlerden gelen ‘’Saldırın saldırın, bu taraftar için saldırın’’ tezahüratları, taraftarın üst üste yapılan paslara ‘’oooley ooleey’ çekmesi ve staddan yapılan ‘’Sahaya yabancı madde atılması yasaktır vb.’’ türkçe anonslar ortama ayrı bir renk katıyor.


Turnuva - oyun modları

Şampiyonlar ligi ve bu yıl seriye eklenen Copa Libertadores, Pes’i ayakta tutan iki temel direk olarak görünürken bunun yanında hem lig sayısının azlığı hem de takımların bir çoğunun isim haklarının alınamamış olması aynı ölçüde Konami’nin elini zayıflatıyor. Fifa 31 farklı lig artı kupa seçeneği ile tamamı lisanslı kulüp takımlarıyla kuşkusuz kullanıcılarına daha fazla alternatif sunuyor.

Buna karşın Fifa için oyun modlarında aynı şeyi söylemek zor. Pes’teki ‘become a legend’ gibi kendi oyuncumuzu yaratıp sıfırdan kariyer yaptığımız ‘Be a pro’ modu ‘Önce oyuncunu oluştur, reserve takımla kariyerine başla, maçlardan kazandığın experience puanları ile özelliklerini geliştir ve milli takıma kadar yürü’ şeklinde bir zincir izliyor. Açık konuşmak gerekirse; sırf saçma puanlama ve hedef sisteminden ötürü bu moda bir türlü ısınamadım. Henüz sahaya çıktığınız ilk maçta ‘2 gol at, maçı kazan, 8.0 ortalama tuttur’ şeklinde bir hedef tahtası çıkınca önünüze ister istemez ‘’Daha bismillah demedik abi, dur bakalım ne 2 golü’’ aforizması yaşıyorsunuz ve saha içindeki aptal puanlama sistemini de görünce bu travma katlanarak büyüyor. Takım arkadaşınıza attığınız akıllı ve şık bir ara pası, sırf arkadaşınız o bölgeye hareketlenmeyi akıl edemediği için heba olup hanenize pas hatası şeklinde yansıyabiliyor. Rakip kale önünde yaptığınız göstermelik baskıdan da ‘good defence’ puanı alabiliyorsunuz. Ayrıca birçok oyuncunun A takımdaki fiziksel görüntüsüyle reserve takımdaki fiziksel görüntüsü birbirlerinden farklı. Hakan Arıkan A takımda bildiğimiz sarı, uzun saçlarıyla bizleri selam ederken, reserve takımdaki Hakan Arıkan siyah, 3 numara saç modeliyle çıkıyor karşımıza.


Konsola var da bize yok mu?

Ea Sports sonunda PC oyuncularına kıyak geçerek gönülleri fethetti ama bazı özel oyun modlarını sadece konsola çıkararak yine PC’ye bir nevi üvey evlat muamelesi yaptı. Be a goalkeeper (Kaleci olup kariyer yapma), Creation center (İnternet üzerinden yeni oyuncular/takımlar yaratma, mevcut isimleri editleme ve bunları arkadaşlarımızla paylaşabilme), Improved celebration (Geliştirilmiş gol sevinçleri) opsiyonları PC’de yok. ‘Be a pro’ ve yine fazla detay içermeyen, güdük Manager modu var elimizde.


Hareket stilizasyonları

Pes’in bu yıl geliştirdiği bağlı çalım sistemi, geniş repertuarı ve kombine edilebilirliği ile beğenimi kazandı ama futbolcuların oyun içi hareket dinamikleri hala tekdüze. Topu ayağına alan her oyuncu kambur gibi yürüyor. Kale vuruşu sonrası hava topuna çıkmaya hazırlanan (!) iki rakip oyuncu pozisyon alma, yer kapma atraksiyonlarında bulunmak yerine oklava yutmuş gibi oldukları yerde bekliyor. İkili mücadelelerdeki itiş-kakışlar çok yapay. Bir de oyunun temposunu düşürme ve Messi’yle herkesi çalıma dizip gole gitmeyi önleme hususunda defansın elini gereğinden fazla kuvvetlendirmiş Japon arkadaşlar. Evet, topsuz koşu yapan bir oyuncu topla dribbling halindeki oyuncuya göre daha hızlı hareket eder, bunu biliyorum. Ama kaleciyle başbaşa kalan Bobo’yla gole giderken Servet’in 5-6 metre arkamdan gelip kayarak topu benden alması da biraz saçma oluyor. Ne Bobo o kadar ağır kalır ne de Servet o kadar hızlı.

Fifa’da ise temasa dayalı, ikili mücadeleler (omuz omuza tokuşmalar, uzuv hareketleri) daha gerçekçi. Ayrıca bu mücadelelerde oyuncuların çabukluk, dayanıklılık, çeviklik vb. özellikleri profillerine uygun biçimde entegre edilerek sahaya yansıtılmış. Guti’nin ikinci yarıda yaşadığı yorgunluğun da etkisiyle girdiği ikili mücadelelerin çoğunu kaybetmesi, İbrahim Üzülmez’in topu soluna çekmeden doğru düzgün bir orta kesememesi, Xavi’nin tıpkı ekranda olduğu gibi savunma arkasına gönderdiği ölümcül ara paslar, Rooney’nin omuz omuza girdiği mücadelelerde rakiplerini ezip geçmesi gibi…


Sonuç

Elimizde artık daha keskin hatlarla birbirinden ayrılan 2 oyun var. Ben biraz alışkanlıklar biraz da Konami’nin yeni kontrollerine ısınamamış olmamdan ötürü Fifa’yı tercih ediyorum ama bu kesinlikle Pes’i daha kötü yapmıyor. Forumlarda Fifa vs. Pes başlıkları açıp iki oyunu birbirine kırdırmaya çalışan bünyelere söyleyebileceğim tek şey; ‘’Hangi tarz hoşunuza gidiyorsa onu tercih edin. Bunu da Xbox-Ps3 olayına döndürmeyin’’.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Nuri vs. Podolski


Dün akşamki Köln-Dortmund maçının 82. dakikasında attığı golle oyuna 1-1'lik eşitlik getiren Podolski 89. dakikada Nuri Şahin'e arkadan sert girer. Aralarında sözlü tartışma başlar, Polonya asıllı Alman bu sırada Nuri'ye eliyle 3 ve 0 rakamlarını gösterek kendince bir hafta önceki Almanya-Türkiye maçına atıfta bulunur. Dortmundlu Kevin Grosskreuts ''Tamam, beyler...'' diyerek araya girer, tansiyonu bir süreliğine düşürür ama Nuri'nin söyleyecekleri henüz bitmemiştir. Dakikalar 90+1'i gösterdiğinde bu sefer sahneye Nuri çıkar, golünü atar ve hemen orta yuvarlakta bekleyen Podolski'nin yanına koşar. Alman yukarıdaki tepkiye umursamaz tavırlarla burun kıvırır ama Rhein Energie'de sarı formalılar çılgınca galibiyet golünü kutlarken Nuri kapağı çoktan takmıştır.  

foto: ntvspor

Video

11 Ekim 2010 Pazartesi

Laf-ü Güzaf #2


Hıncal Uluç: "Hiddink'e Fatih Terim'in 10 misli para veriyoruz. Niye veriyoruz? Ondan bir şey istiyoruz, yoksa niye verelim? Ne istiyoruz? Birincisi kısa vadede Avrupa Şampiyonası'na götürmesi için. Bunu başaramıyorsa; bize ilerisi için bir yeni takım yapması için. En azından 2014 Dünya Kupası finallerine gidelim. Bu 2 hedeften biri yoksa Hiddink'e verilen paraya günahtır. Bunun adı bir adamı milletin parasıyla zengin etmektir. Mahmut özgener'e soruyorum; Hiddink'e yılda 11 milyon euro verirken, ondan ne talep ettin?"

Milli Takımla henüz 3 resmi maça çıkmış bir teknik direktöre bu tarz eleştiriyi Hıncal Uluç'tan başkası yapamazdı.

Mustafa Doğan: ''Almanya öyle bir takım ki; hücum oynasan arkada bıraktığın boşlukları değerlendirirler, savunma oynasan mutlaka bir açığını yakalarlar. Böyle rakibe karşı yapacağınız pek bir şey yok.''  

Hadi Sergen'in futbolculuk geçmişi, sivri dili bir şekilde reyting getiriyor, anlıyorum. Ama Mustafa Doğan'ın Ntvspor'daki varlığını henüz çözemedim. Ne saha içine dair dişe dokunur bir yorum ne o ekrana yakışır bir diksiyon. Savunma da yapsan hücum da yapsan yenileceksin diyor. O zaman hiç çıkmayalım Almanya'nın karşısına. Hükmen yenilelim. Nasılsa o da 3-0. En azından boşa efor sarfetmemiş oluruz, değil mi?

Sergen Yalçın: ''Bu kadroyla çıktıktan sonra kenarda Hiddink değil Hasan da olsa Maurinyo da olsa kaybedersin.''

''Milli takımın tekniğe, taktiğe de ihtiyacı var ama biz yüreğimizle oynarız. Hiç birşey yapamazsan 'Ya herro ya merro' dersin Çanakkale Geçilmez'i oynarsın.''

Yorumsuz :)


9 Ekim 2010 Cumartesi

PES 11 (İnceleme)


Ekim ayının gelmesiyle bizde fanatizm boyutunu aşan Pes mi, Fifa mı? tartışmaları yeniden alevlendi. Arkadaş çevremde ve iştirak ettiğim turnuvalarda daha çok Pro Evolution Soccer oynadığım için Pes serisine ayrı bir sempati duyduğum doğru. Yalnız Pes’ci, Fifa’cı gruplarına müdahil olmadan, tarafsız bir değerlendirme yapacak olursam 2011’in kazananı bana göre Ea Sports... Konami’nin 2006’dan sonra bir kez daha seriye getirdiği radikal yeniliklerin henüz tam anlamıyla oturmamış olması ve Fifa’nın konsolda fark yaratan oyun mekaniklerini bu yıl başarılı biçimde PC düzlemine aktarmasının payı bunda oldukça büyük.


Ufak resimsel dokunuşlar

Yolda kargo gazabına uğrayan ve tarafıma iki gün gecikmeli gelen oyunu bilgisayarıma kurduktan hemen sonra kendimi oyun menüsüne attım. Ortasında Messi ara yüzünün yer aldığı, turnuva-ayar-düzenleme-çıkış vb. modların sağ-sol yön tuşları yardımıyla tek sıra halinde aşağıdan aktığı yeni menünün mimarisini oldukça hoş ve pratik buldum. Üstelik menü Türkçe’ydi, çevrimi de (özellikle futbol terimlerinin) gayet açık ve anlaşılabilir ölçülerde kaliteliydi. Bu ufak menü turundan sonra bir klasik haline gelen Beşiktaş’ı seçip renktaşımız Juventus’la bir dostluk maçı ayarladım ve kendimi Old Trafford’ın asil çimlerine bıraktım.

Konami oyunun tanıtım süreci boyunca yeni kontrol sistemi ve taktik ekranı üzerinde yoğunlaşmıştı ama gördüğüm kadarıyla ufak da olsa grafiklere dokunmayı ihmal etmemişler. Futbolcuların yüz modellemeleri rötuşlanmış, yeni stadlar eklenmiş, sahanın en boyu artırılmış. Tribünlerdeki iki boyutlu görüntü ise aynı yapaylıkta stabil. Konami saha dışı çizimleri ile slogan, tezahürat gibi destekleyici işitselleri harmonize etmekten ve önümüze görsel & duyusal anlamda doyurucu bir ambians sunmaktan yine son derece uzak. Bu yıl Mark Lawrenson’un yerine yorumcu koltuğuna oturan Jim Beglin bende ufak çaplı bir Ömer Üründül etkisi yarattı. Jon Champion’la birlikte kulak tırmalayıcı bir sunucu/yorumcu ekürisi oldukları konusunda arkamda hatrı sayılır bir destek kitlesi var. İrlandalı’nın boğuk sesi, Champion’ın gına getiren klişe lafları artık sunum anlamında da bir değişimin gerekliliğine işaret ediyor.


Daha gerçekçi mücadele?

Santrayı yaptıktan sonra farkına vardığım ilk şey; oyunun gerçeğe yakın biçimde yavaşlatılmış olmasıydı. Messi, Ronaldo, Robben gibi süratli adamlarla rakip oyuncuları çalıma dizme, tüm sahayı baştan sona kat etme devri Pes 11’le tarih oluyor. Pas yapabilmenin, kolektif hareketlenmenin ve takım koordinasyonunun önemi artıyor. Konami eskiden bire birlerde rakibi kolay ekarte edebilmemizi sağlayan ‘sürat farkını’ minimize etmiş ve yerine Feint dediğimiz 4 adımlı, onlarca seçenek arasından birbirleriyle kombine edebileceğimiz daha gerçekçi ve keyifli ‘bağlı çalım sistemini’ geliştirmiş. İçerisinde gök kuşağı vuruşu, çapraz bacak dönüşü, içe bilek hareketi, Matthews çalımı, üst vücut fake’inin de yer aldığı bu alternatifleri arka arkaya sıralayıp 4 farklı tuşa atayarak Ronaldo, Messi gibi bireysel yetenekleri kuvvetli yıldızlarla oyun içerisinde harikalar yaratabiliyoruz.

                                                                                  Feint hareketleri

Bununla birlikte sahadaki fiziksel mücadelelerde yine temas ve etkileşimi etkin biçimde artırma gayreti var. Topa birlikte hareketlenen oyuncuların omuz omuza tokuşması, defans oyuncularının müdafaa sırasında uzuvlarını daha aktif kullanması, rakibin ayağına kayarak topu alabiliyor olmamız bunun en göze batan örnekleri... Her ne kadar kale vuruşundan sonra hava topuna çıkmaya hazırlanan iki rakip oyuncu hala oklava yutmuş gibi bekleyip pozisyon alma ve yer kapma tarzı atraksiyonlarda bulunmasa da üzerinde zamanla ekleme ve düzenlemeler yapılacağını umuyorum. Fifa’daki bu arkadan çekme, itme-kalkma hareketleri Pes’e göre çok çok daha gerçekçi.

Demo’da bir türlü ısınamadığım, gerek havalandıktan sonraki yere iniş hızı gerek şut sonrası ivmelenişiyle adeta balonu andıran garip top fiziği gördüğüm kadarıyla düzeltilmiş. 360 derece top sürme özelliği başarıyla hayata geçirilmiş. Bu sürüş özgürlüğüne karşın topla dribbling halindeki oyuncuların el-kol hareketleri, vücut diklikleri ve adım aralıkları neredeyse birbirinin aynısı. Tek fark; aynı hat üzerinde İbrahim Üzülmez kağnı, Messi de N.O.S takmış gibi koşuyor. 
 

Kontrolsüz güç, güç değildir

Pes 11’in en büyük esprisinin şut ve pas kontrolü olduğunu biliyoruz. Temponun ağırlaştırılmasıyla birlikte bireysel becerinin yerini takım oyununa bırakması, bunu temel alan pas detail’iyle ilgili bir takım yenilikleri zorunlu kılıyordu ve Konami attığımız şutun ve pasın şiddetini/yönünü tamamen bize bırakan, 360 derecelik sürüm destekli bir mekanizma geliştirdi. Dizginleri tamamen elimize veren, daha fazla insiyatif sunan ve ara pası öncesi koşuyu yapacak oyuncunun bulunduğu pozisyona göre uygun bölgelere hareketlenme anlamında yapay zeka engeline takılabildiği bu sistemin uygulanabilirlikteki ilk sonuçları ilk denemeye rağmen başarılı sayılır. Yapay zekanın bu yeni dinamikleri algılama, yorumlama kabiliyeti geliştirildikçe kuşkusuz daha iyi sonuçlar verecektir.


Yapay zeka

Lafı açılmışken buradan devam edelim. Daha önce fazlasıyla eleştiri alan yapay zekada yine kayda değer bir büyüme yok. CPU'ya karşı 'top player' seviyesinde oynasanız bile 2010'daki birçok saçmalık burada da yalnız bırakmıyor bizi. Örneğin; rakip oyuncu taç atışı hazırlığı yaparken aynı takımdan iki kişi top alabilmek için yanına gidiyor ve siz o iki rakip oyuncuyu önden marke ettiğinizde taçı atacak oyuncu topu kullanabilmek için başka bir alternatif bulamıyor ve elindeki meşin yuvarlağı rastgele (genelde sizin oyuncularınızın yakınında olduğu alana doğru) fırlatıyor. Yine topla son çizgiye inerken sizi gölgesi gibi takip eden rakibiniz, siz 'orta açma tuşuna' basmaya hazırlanırken büyük bir centilmenlik örneği gösterip dribbling'ini kesiyor ve topu ceza sahasına içine göndermenize izin veriyor.

Kontra atağa çıkarken ara pasıyla savunma arkasına sarkıtmayı düşündüğünüz takım arkadaşınızın o anda ileri hareketlenmek yerine size doğru hareketlenmesi de tek kelime ile şahane (!) Messi büyük oyuncu, 98 overall'ı var, hakkıdır, eyvallah. Ama kainatın en iyi futbolcusu diye yandan gelen hava topuna iki stoperin arasından yükselip topu çatala takacak kadar da olmasın lütfen!  


Geliştirilmiş taktik ekranı

Diziliş ve kadro ayarları ile birlikte oyuncuların saha içi konumlarında ufak oynamalar yapmamıza izin veren yeni ‘sürükle bırak’ özelliği oldukça pratik. Maç öncesi ekibe komut(lar) verdiğimiz bir ‘takım stili’ bölümü var. Takım halinde topa uygulanacak pres yoğunluğunu, ileri çıkışlarda kanat ve orta koridordaki hareketlenmeleri, toplu oyuncuyla takım arkadaşları arasındaki destek aralığını, savunma hattının önde mi arkada mı kurulacağını, oyuncular arasındaki olası pozisyon değişikliklerini buradan belirliyoruz. Aşağıdaki şematik biçimlerle bu tip uygulamaların gelişim ve uygulama sürecini adım adım izleme şansımız var.

Bu tip taktiksel komutların yanında savunmada top çevirip rakip forvetleri üzerimize çekmek, ofsayt tuzağı, duran top organizasyonları, toplu halde hücum, stoper bindirmesi gibi oyun içerisinde uygulayabileceğimiz stratejileri geliştirmemize de olanak sağlanıyor. 



Become a legend

Kendi oyuncumuzu yaratıp efsane olma yolunda ilerlediğimiz become a legend modunda artık soyunma odasına girebiliyor, koçumuzdan maç öncesi ve devre arasında çeşitli taktik ve uyarılar alabiliyoruz. Maç sonunda ortaya çıkan performans dökümüne göre koç, hakkımızda bir puanlama yapıyor ve bu da ilerleyen maçlarda takımda yer alabilme şansımızı etkiliyor. Bunun dışında kariyerin başlangıç ve ilerleyiş progress’inde ciddi bir değişiklik yok. Konami hali hazırda başarılı bulduğum temel dinamikleri koruyup üzerine ufak eklemeler yaparak yine leziz bir mod sunmayı başarmış. 


 Diğer detaylar….

-Tamamı lisanslanmış 40 takım ve Güney Amerika’ya özgü çizgi, motifleriyle Copa Libertadores özellikle biz Avrupalı futbolseverler için keyifli bir turnuva deneyimi olmuş.

-Şampiyonlar ligi pro evolution soccer oynuyor olmamın yegane sebeplerinden biri. Fakat Bursaspor’un burada organizasyon dışı kalması tek kelime ile talihsizlik.

-Lisans sorunu her zamanki gibi can sıkıyor. Tottenham, Manchester City ve birkaç takımın isim hakları alınmış olsa da kesinlikle yeterli değil. Üstelik kadro güncellemeleri eksik, yani yama peşinde koşmaya devam. Bundes Liga da yine bir başka bahara…

-Oyuna 1000 yeni animasyon ekleneceğini söyleyen Konami sözünü yerine getirmiş. Şık pas/bilek hareketleri, çalım ve farklı gol sevinçleri içeren bazı animasyonlar göze hoş geliyor, yalnız rötuşlanması gereken noktalar var. Dışarı gitmekte olan topa garip biçimde atlayan kaleciler yada arkadan yapılan müdahale sonrası spektaküler taklalar atan futbolcular gibi.

                                                                  Fabian Ernst saç ektirmiş, yakışmış
                                                        
-Büyük, popüler yıldızların yüz çiziminde Pes, Fifa’dan kesinlikle daha başarılı. Fakat iş düşük profilli, daha sıradan oyunculara geldiğinde resmen çuvallıyorlar yada gereken özeni göstermiyorlar. (Bakınız: Fabian Ernst)

- Forumlarda yazılanın aksine santradan sonra yükselmeye başlayan ve kale tarafına gidildikçe çapraza inen kamera açılarını beğendim.

-Daha önceki ne idüğü belirsiz anonslar kalkmış. Artık gol atan oyuncu, tribündeki seyirci sayısı, oyuncu değişiklikleri gibi temel bilgiler daha açık ve anlaşılır biçimde anons ediliyor.

-Oyunun düzenleme kısmında futbolcuların isim ve görünümlerini değiştirme, milli takımlara oyuncu seçme, kendi stadyumumuzu oluşturma, takımlar arası transferler yapma ve kurallarını kendimizin koyduğu lig/kupa organizasyonları düzenleme şansına sahibiz.

-Online Master lig deneyimini Fifa 11 incelemesinden sonra paylaşacağım. 

Son söz...

Yeni kontrol dinamikleri, geliştirilmiş taktik ekranı, farklı animasyonlar ve online master lig ile basamak atlayan Pes 11'in göze batan en büyük zaafları; yetersiz seyirci ambiansı (bana göre en büyük problem), biraz daha rötuş isteyen eski grafikleri ve sinir bozucu lisans problemi… Benim bu seneki tercihim geçen senenin aksine Fifa olacak ama bu kesinlikle Pes 11’in kendi özelinde (Pes serisinde) en başarılı devam oyunu olduğu gerçeğini değiştirmeyecek.

Mclaren


6 Ekim 2010 Çarşamba

4 Demeçte Bülent Uygun


Bülent Uygun: "Türkiye alışık olmadığı bir olayla karşı karşıya"

- Biz Türkler çoğu vakit algı-yorum konusunda dar görüşlü, sabit fikirli olabiliyoruz. Ama bir hoca ligin 7. haftasında istifa ediyorsa ve iki vakte kadar aynı lige mensup bir başka takımın başına geçiyorsa bu İngiltere’de de, İtalya’da da, İspanya’da da aynı tepkiye yol açar. ‘’Türkiye bunlara alışık değil’’ diyen Bülent Uygun sanırım bu ülke için fikren ve beynen fazla aristokrat biri.

Bülent Uygun: ‘’ Bir karar vermişsem, bu bir aydır yaşananlardan kaynaklanmıştır’’

- Buca’da kaybettikleri Galatasaray maçından sonra ‘Zaman lehimize işliyor. Eksiklerimizi giderdikçe daha iyi bir takım olacağız’ demişti Bülent Uygun. Şimdi merak eder, dururum: 1 ay önce takım içerisinde problem yaşadığını iddia eden bir antrenör 15 gün önce nasıl bu kadar umutlu ve geleceğe dönük konuşabildi?

Eskişehirspor As başkanı Mesut Hoşcan: ‘’Ersun Yanal ve Fatih Terim ile görüştük. Kendilerinden olumlu cevap alamayınca Zico'ya yöneldik. Yabancı hoca değil, yerli hocadan yanaydık. Bülent hocanın Bucaspor'daki görevinden ayrıldığını öğrenince kendisini Eskişehir'e davet ettik. ’’

- Fatih Terim yada Zico’nun Eskişehirspor’u çalıştırma ihtimali bana göre yok denecek kadar az. Bunlar ‘Bülent Uygun’la Buca’nın başındayken görüşmedik’ tezini ihya etmek ve Uygun’u ikinci yada üçüncü alternatifmiş gibi göstermek için önüne konulmuş isimler… Ayrıca yabancı hoca istemiyordunuz, Zico’ya yöneldiniz. Güzel!

Bülent Uygun: ‘’ Ben ne adamlığıma, ne de duruşuma laf söyletirim’’

- Adamlığını bilmem ama Buca'nın başına geldikten sonra hatrı sayılır bir maliyetle kadroyu baştan aşağı yenileyen, 7 hafta sonra da 'sıkıntım var' diyerek ( O sıkıntıyı ne hikmetse camia içinden kimse bilmiyor) kaçıp giden bir antrenörün ben dürüstlüğünden şüphe ederim. 

28 Eylül 2010 Salı

Amnesia: The Dark Descent (İnceleme)


Daha önce bu satırlarda horror/survival etiketli birçok oyunun aksiyon/FPS’ye dayalı popüler oyun kültürüne yenik düşerek özlerini kaybettiğini, başkalaştığını yazmıştım. Silent Hill ve Resident Evil serisi benim için bu dönüşümün en trajik denekleriydi. RE5’te açık alanda, güneşin kavurucu sıcağı altında zombi avına çıkmak, eskiden elimizde kalan 3-5 sayılı kurşunu bitecek korkusuyla itinayla muhafaza ederken şimdi çok daha geniş mühimmatlara sahip olmak ve gerilim yaratan ağır müziklerin yerini DMC vari hareketli işitsellerle doldurmak oyunun alışıla geldik korku temasını eritip, yerle bir etmişti. Capcom büyük bir firma, büyük paralar kazanmak amacında ve bunu yaparken de popüler kültürü dikkate almak zorunda. İşletme bölümü okumuş, yavaş yavaş iş hayatına hazırlanmakta olan bir birey olarak bu arz-talep dengesini anlayabiliyorum. Fakat madem bu tarz yapımlar fazla ilgi görüyor. O zaman Capcom neden farklı karakterler, farklı hikayeler ve farklı adlar altında yine action’la bezeli yeni F/TPS’ler üretmiyor, geliştirmiyor? Kolay para kazanmak için benimsenmiş tatları bozmaktan ve bu uğurda benim de dahili olduğum azınlık güruhu harcamaktan başka bir seçenekleri yok mudur? Benim buradan anladığım; ya Capcom’ın gözü para için Resident Evil gibi bir efsanenin mayasını bozup, yüz binlerce RE fanının eleştirilerini göze alma pahasına karardı ya kendilerini yeni projeler sağlayacak kadar üretken görmüyorlar, ya da oyunları devşirip işin kolayına kaçıyorlar. İşte maddiyatın tavan yaptığı böylesi bir ortamda bizim istediğimiz türden bir horror/survival oyununu ancak mütevazi, ticari kaygı gütmeyen bir oyun firması yapabilirdi ve ismini pek duymadığımız İsveç orijinli Frictional Games tam da bu anda Amnesia; The Dark Descent’i yarattı. 


Hikaye


Oyunda Londralı bir gence, Daniel’a hayat veriyoruz ve kendimizi hikayenin başında Brennenburg adlı bir kalede yarı ayık biçimde buluyoruz. Daniel hafızasını kaybetmiş, ismi ve peşinde olduğu kişiler dışında hiçbir şey hatırlamıyor. Sersem, sürekli panik atak bir görüntüsü var, ayakta durmakta zorlanıyor ve en ufak bir çıtırtıya karşı anormal panik reaksiyonları gösteriyor. Bu garip vücut semptomları Daniel’ın sıradan biri olmadığı konusunda birer ip ucu verirken, içinde bulunduğumuz kalenin ürpertici görüntüsü ve başlangıçta yolumuzu bulmamız için yerlere serilmiş gül yaprakları da ortama ayrı bir gizem katıyor. Daniel’ın bu güven vermeyen, sıyırmış görüntüsü karşısında hikayeyi çözümlememize yardım eden destekleyici veriler ise; etrafımızda farklı yerlerde konumlandırılmış mektup vb. argümanlar ile Daniel’ın zihninde aniden beliren geçmişine ait işitsel flash back’ler…


İlerleyiş sırasında iki farklı düşmanımız var; birincisi oyunun psikolojisi ve alt yapısıyla direkt örtüşen ‘’karanlık’’… Daniel karanlık ortama girdiği anda önce bir takım çıtırtılar duyuyor, sonra bu çıtırtılar giderek şiddetleniyor. Dengesi bozulmaya, nesneleri ikişerli üçerli görmeye başlıyor, bir süre sonra kalpaklanıp yere düşüyor. Bu sebeple ya karanlıktan mümkün olduğunca uzak duracağız (ki; bu pek mümkün değil) ya da el lambası ve sağdan soldan edindiğimiz kibritlerle karşımıza çıkan lamba, mum gibi materyalleri ateşleyip aydınlık alanlar yaratacağız. İkinci düşmanız ise; insan formuna sahip, kafa kısmı neredeyse sadece ağızdan oluşan ne idüğü belirsiz yaratıklar. Elimizde bu yaratıkları öldürmek için hiçbir silah yok. Kitap, masa, demir çubuk gibi elimize alıp fırlatacağımız nesnelerin hiçbiri yeteri hasarı vermiyor, tek çözüm kaçmak... Bazı forumlarda bu yaratıkların sadece ışığa ve aydınlığa duyarlı olduklarını okumuştum ama gördüğüm kadarıyla en karanlık ortamlarda bile sizi elleriyle koymuş gibi bulabiliyorlar.


Not/hafıza/görev tanımlamalarının yapıldığı ekran barının solunda Daniel’ın hem fizik hem de ruh sağlığını (aklı başındalığını) gösteren iki temsili resim var. Aldığımız fiziksel darbelere karşı bazı iksirler yardımıyla vücudun health seviyesini yükseltebiliyoruz. Akıl sağlığı ise tehlike durumlarında ‘’Korkuyor, elleri titriyor, ufak baş ağrısı var’’ şeklinde uyarılar veriyor.


Oyunun geçtiği mekanların dizaynı pek detay içermese de oldukça ürkütücü olduklarını söyleyebilirim. Kendi kendine açılıp kapanan kapılar, kalenin içerisinden yükselen çığlıklar ve Daniel’ın beyninde aniden parlayıveren o işitsel flash back’ler ekran başındaki oyuncuyu sürekli tetikte tutuyor, uyutmuyor. Aşağıdaki çeşme gibi tanımlamakta zorluk çektiğim, tuhaf nesnelerle sıklıkla karşılaşabilirsiniz. Bu objelerin bazıları önünüzdeki engelleri aşmak için çözülmeyi bekleyen birer puzzle işlevi de görebiliyor. 4 farklı iksiri karıştırıp patlayıcı elde etmek, vanaları çalıştırmak için kayıp ve parçaları kırık haldeki iki hand drill’i bulup birleştirmek, bozuk asansörü aktive etmek için 3 çözeltiyi doğru yerleştirip ardından bir kol yardımıyla mekanizmayı harekete geçirmek gibi… Kalenin ıssız koridorlarında dolaşırken Daniel’ın tehlike sezgileri alarm verdiğinde duyduğu çıtırdamalar, artan nabız sesleri ve peşimizdeki yaratıktan son sürat kaçarken insanın elini ayağına dolaştıran gerilim müziği de Amnesia’yı işitsel anlamda ‘yeterli’ kılıyor. Her ne kadar nesnelerin fırlatıldıktan sonraki yere/duvara çarpış sesleri birer facia olsa da arka plandaki gerilim müziğinin yerine göre iniş çıkışları oldukça düzenli.


Amnesia’nın en zavallı kaldığı bölüm; grafikler…Bu tip tavanı belli oyunlar için görsel anlamda çıtayı aşağıda tutsam da Frictional Games gerek mekan çizimlerinde, gerek ışık/gölgeleme/hasar alınabilirlik gibi detaylarda hiçbir zahmete girmemiş. Bununla birlikte oyunda şu ağzı geniş yaratıklar dışında neredeyse nefes alabilen bir başka düşmanımız yok ve ilk etaplarda nadiren burun buruna geldiğimiz, bu sayede bize ''Acaba şimdi nereden çıkacaklar?'' şeklinde beklenti temelli psikolojik korku yaşatan bu garip yaratıkların final bölümlerine doğru karşımıza fazlaca çıkıyor olması da zamanla oyun içerisindeki gerilimi yerle bir ediyor.


Sonuç


Türün müdavimi olarak tüm eksiklerine rağmen karşımda gerçek bir horror/survival oyunu bulduğum için mutluyum. Mafia 2, Kane&Lynch ve şuanki Pes, Fifa muhabbetleri arasında esamesi pek okunmasa da kesinlikle edinilmesi gereken bir oyun. Amnesia’dan sonra Frictional Games bandrollü oyunlara ayrı bir dikkatle bakacağımı şimdiden söyleyebilirim.


Mclaren

24 Eylül 2010 Cuma

Beni de Takas Edin Hacı



LeBron, Miami’ye giderken vereceği kararın tüm yan semptomlarını hesaba katmıştı. Kolay yolu seçtiği için eleştirileceğini, Cleveland’da bir şehir efsanesi olma fırsatını kaçırdığını, ileride Jordan mı? Kobe mi? tarzı muhabbetlere konu olamayacağını, kazanılacak her şampiyonlukta ‘Wade olmasaydı başaramazdı’ yaftası yiyeceğini biliyordu. Charles Barkley’den Jordan’a, Magic Johnson’a kadar birçok kişi tarafından eleştirildi, yerden yere vuruldu, antipati topladı, aleyhinde forum grupları açıldı. Çünkü Kral’dı o, sırtında The Chosen yazıyordı. Yüzük için başkasının çöplüğüne gitme ihtimali düşünülemezdi. İki yıldır süre gelen NY muhabbetlerine, çifte yıldızlı Miami’nin cazibesine ve Boozer’la güçlenen Chicago’ya rağmen koca yaz eli kolu bağlı bekleyen Cleveland’ın halkı işi duygusala bağladı, sahip oldukları 7 yıllık maziye güvendi. ‘Yüzük kazandırmadan gitmez, bize borçlu’’ dedi. Ama iş dünyası işte. Duygusallığa yer yok. Bize dört senedir işletme, yönetim ve türevi derslerde bunu öğretiyorlar. Transfer söz konusu olup mikrofonu ellerine aldıklarında ‘’Bizler profesyonel topçularız…’’ diye söze giren adamlar da zaten bunlar değil mi? LeBron Espn’de katıldığı programa adını veren o kararı açıklarken ‘’yüzük için en elverişli takım’’ kriterini ortaya koydu ve kimilerince rasyonel davranarak, kimilerince 7 yılını verdiği şehre ihanet ederek Miami’nin yolunu tuttu.


LeBron’un tercihini hiçbir zaman yargılamadım, haklı nedenleri vardı. Ligin marka değeri en büyük iki oyuncusundan birinin 7 yıldır içerisinde yer aldığı oluşum bu süre zarfında en fazla bir Nba finali görüyorsa burada önce Cleveland idarecilerinin yeterliliği sorgulanmalıydı. Cavs'ı 2003'de 17-65’ten alıp son iki normal sezonda zirveye taşıyan James'i takımın resmi web sayfasından yayınladığı komik mektupla hain ilan eden, hedef gösteren takım sahibi Dan Gilbert ileride muhatabı olacağı eleştirileri başka nasıl püskürtebilirdi ki? Mo Williams, Jamison, Shaq transferleri kralı takımda tutmak adına dışarıya hamle yapıyormuş gibi görünmek ve bir takım defoların üzerini örtmekten başka bir amaç içermiyordu benim nezdimde. LeBron hiçbir zaman o ikinci adamı bulamadı ve olayı da Kobe gibi medyayı yanına alıp ‘’Adam gibi transfer yapın. Yoksa beni takas edin’’ noktasına getirmedi. Ya da Jason Kidd gibi migrenini azdırmadı. Sözleşmesi bitti, son güne kadar bekledi ve tercihini kullandı. The Decision saçmalığı dışında olayı ihanet etti’ye kadar getirenler oldu, helal olsun.


İkinci perde…Takas isteyenler (Paul ve Carmelo)


Asıl olay burada başlıyor. Chris Paul, LeBron James’in pazarlama şirketine geçtikten sonra New Orleans’ın ciddi bir şampiyonluk adayına dönüşemeyeceğine karar verdi ve biraz da LeBron’un gazına gelip takımından takasını istedi. Birkaç gün önce de Carmelo Anthony benzer bir fikre kapılmış olmalı ki; Denver’ın 3 yıllık sözleşme teklifini reddedip ‘’Beni takas edin’’ dedi. Şimdiii…

1. LeBron serbest oyuncu statüsü kazandıktan sonra Miami’ye gitti. Fakat Carmelo ve Paul’ün halen devam etmekte olan sözleşmeleri varken takaslarını istemeleri garip.

2. Takas veya takıma transfer konusunda yöneticilerle bir talepte/fikir alış verişinde bulunulacaksa bile bu taraflar arasında kalmalı, böyle alenen dışarı sızmamalı. İki oyuncu da burada elini kuvvetlendirmek için medyayı kullanıyor.

3. Genel menajeri harekete geçirmek için yapılmış bu zorlamaların geri tepme ( tercih hataları ) ihtimali kuvvetle muhtemel. Ayrıca herkes yolda Gasol bulan Mitch Kupchak kadar şanslı olamayabilir.

4. Chris Paul ciddi bir MVP adayına dönüştüğü sezon Patterson-Peja-West ve Chandler’lı kadrosuyla Hornets’i batı ikinciliğine taşımış fakat play-off’larda Spurs’e toslamışlardı. Ertesi sezon hem yedek kadronun yetersizliği hem de Paul dışındaki ilk beş oyuncularının geriye saymasıyla ancak play-off yapabildiler ve geride bıraktığımız sezonu da nisanda kapattılar. 7 kişilik rotasyonla elde edilen bu başarı sonrasındaki travmatik düşüş CP-3 için bir patlama nedeni olabilir. Fakat Denver gibi halen batıda söz sahibi olabilecek bir takımın formasını terleten Carmelo’nun zoru ne? Onu bir türlü çözemedim. Seneye zaten serbest kalacak. Sıksa ya bir sene dişini!