30 Ağustos 2010 Pazartesi
Türkiye 65-56 Rusya
Milli takımın genetiğine kodlanmış savunma iç güdüsü ve bunun taraftar desteğiyle birkaç kademe daha yukarı çekilmesi yine galibiyeti getiren anahtar oldu. İkinci çeyrekte üç sayı çizgisinin iki-üç metre dışarısında iki guardın baskısıyla başlayan ve 2-1-2 ve 2-3 şeklinde değişkenlik gösteren alan savunmamız karşısında Rusya şaşkına döndü. Zone’u alışılmışın dışında biraz daha önde başlatıp rakibi potadan uzak tuttuk ve sağlıklı biçimde pas trafiği yaratıp, oyun kurmalarını engelledik. Dışarıdan istikrarlı şut sokan bir üç sayı silahı olmayan ve kısalarla penetre tehdidi yaratamayan rakibimizin bu sıkıntısı ekmeğimize yağ sürerken, yaptığımız savunmayı da maç boyunca iyi gösterdi. İkinci çeyrekte yalnızca 7 sayı bulabildiler ve 17-7’lik bu periyod skoru ile soyunma odasına giderken oluşan 11 sayılık fark sonraki dakikaları daha rahat oynamamızı ve Rusya’nın olası geri dönüşüne karşı kredi kazanmamızı sağladı.
İlk yarıda göze çarpan en ciddi sıkıntı; hücumda topu yeterince dolaştıramadığımız için yaşadığımız organizasyon problemiydi. Ruslar içeri fazla gömülünce bu Türkiye hücumlarını biraz daha dış şutlara bağımlı hale getirdi. Ender Arslan’ın biri top tam elinde patlamak üzereyken 9-10 metreden gönderdiği üçlük dahil olmak üzere gösterdiği müthiş şut performansıyla o süreci tolere ettiysek de rakip istediği gibi tempoyu düşürüp oyunu sürekli soğutarak ritm bulmamızı engelledi. Biraz vites artırıp, hücuma çıkışlarda daha hızlı ve agresif olabilseydik bu şablon dahilinde maçı çok daha erken koparabilirdik.
İkinci yarının başındaki 6-0’lık Rusya meltemi çift haneli farkın rehavetine dair ufaktan bir uyarı çaktı ama Rusların bu parlayışı saman alevi gibi sönüverdi. David Blatt’ın alan savunmasına karşı topu sürekli Ömer Aşık’a indirip boyalı alanı daha efektif kullanmaya başladık. Ömer Aşık dün akşam sahanın en iyilerinden biri olmakla kalmayıp Semih’le birlikte rakip pota altında büyük bir enkaz yarattı. NBA’de kötü bir sezon geçiren ve geçen yazki Eurobasket 2009 performansıyla hayal kırıklığı yaratan Hido’nun üçüncü çeyreğin sonunda yarattığı patlama da kuşkusuz galibiyetten öte, dün gece turnuvanın geri kalan bölümü için elde edilmiş en değerli kazanımdı. Son bölümlerde sorumluluk alan, maçın kırılmasına vesile olan üçlüğü sokan ve maça kötü başlamasına rağmen oyuna ağırlığını koyduğu 10-12 dakikalık periyodun sonucunda 14-3-3 gibi kabul edilebilir istatistikler yakalayan Hido’nun buradan ayağa kalkmasını bekliyoruz. Yine dün akşamki zone savunmada rakibe müthiş baskı uygulayıp takıma farklı bir enerji getiren Sinan’ın asist, top çalma gibi -istatistiklerin bile hakkını veremediği katkılarının yanına eklediği 10 sayılık hücum performansının da bu adamı iyice tadından yenmez hale getirdiğini belirtmeliyim.
Holden, Kirilenko ve Khryapa’nın yokluğunda hücum alternatifleri asgariye inen Rusya’dan daha fazlası beklenemezdi. 8-9 kişilik rotasyonla mücadele ettikleri için kriz anlarında hem bir yıldızın hem de kenardan gelip katkı yapabilecek ekstra bir elin ihtiyacını hissettiler. Yine de Porto Riko’yu geçtikleri için grup 3.lüğü adına en büyük aday konumundalar. Biz ise 1 günlük aranın ardından liderlik için Yunanistan’la oynayacağız. Yunan ekibinde Schortsianitis ve Fotzis’in cezaları sona erdi ve bize karşı forma giyebilecekler. O maçtaki en büyük merakımsa; Tanjevic’in bu maçta alan savunmasında ne kadar ısrarcı olacağı… Zira Yunanistan şut tehdidi daha kuvvetli, bünyesinde Spanoulis gibi delici bir penetre gücünü barındıran bir ekip. Ayrıca Fotzis ve Bourousis gibi orta mesafe şutu olup bize ters gelebilecek uzunlara sahipler. Rusya’nın zaman zaman gardımızın düştüğü son çeyrekte bulduğu üçlükler yaptığımız zone defansın sürekliliği konusunda birer uyarı olarak dikkate alınmalı. Zira; gruplarda elde edilecek birincilik ve ikinciliğin final ağacında ne kadar önem arz ettiğini çok iyi biliyoruz.
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Kane&Lynch 2: Dog Days (İnceleme)
Hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulurmuş. Sıradan birer sivilken bozuk aile hayatı, sonrasında hardcore tadında bir bunalım ve bunun yarattığı melankoliyle boşluğa düşen ve mutluluğu underground dünyasında arayan Kane ile Lynch’in hayatları işte bu cümle ekseninde aynı dizede birleşme kararı aldı. Kane iki çocuğu ve karısıyla mutlu mesut yaşarken küçük oğlunun bir gün yanlışlıkla evdeki silahla kendisini vurması sonucu hayatı tepe taklak olur. Karısı oğlunun ölümünden doğal olarak Kane’i sorumlu tutar. Bağırır, çağırır, isyan eder ve bir süre sonra dayanamayıp kızını da yanına alarak evden ayrılır. Kane hayatında en çok değer verdiği 3 şeyi tek celsede kaybetmiştir ve ufak çaplı bir psikozun eşiğindedir. Bu dibe vurmuşluk, yalnızlık ve kaybedecek bir şeyim yok psikolojisi onda derin yaralar açar ve bu adamı bir süre sonra karşısına çıkacak olan the7 adlı gruba mensup tehlikeli bir tetikçi haline getirir.
Para babaları tarafından yönetilen büyük çaplı bir mafyavari grup olan The7, Kane’e başta para olmak üzere büyük değerler vaat etse de burada işler pek de Kane’in istediği şekilde yürümez. Örgütün Güney Amerika’da gerçekleştirdiği bir operasyon sırasında büyük çaplı bir katliam yaşanır ve Kane bu katliamın bir numaralı sorumlusu ilan edilir. Adamımız olay mahalini terk edip soluğu gözlerden uzak Venezuela’da almayı planlasa da bir süre sonra yakalanmaktan kurtulamaz, bu seferki hükmü daha ağırdır: idam... Miadı dolduğunda Kaliforniya eyalet hapishanesine ait nakil aracıyla idam edileceği yere götürülür ve kendisine aynı araçta yine idam cezasına çarptırılmış bir başka suçlu eşlik eder: Karısını öldürmekten hüküm giymiş, ilaç bağlımlısı bir sosyopat. James Lynch…
Kane ve Lynch’in hayat hikayeleri işte bu noktada kesişiyor. Nakil aracının önü Kane’in operasyon sırasında kendilerini dolandırdığını iddia eden the7 grubu üyeleri tarafından kesilince büyük pazarlık başlıyor. The7’nin liderleri- Carlos ve Mute kardeşler Kane’den çaldığı para ve kıymetli evrakları iade etmelerini isterken, şantaj yapmak için Kane’in karısı ve kızını rehin alıyor. Kane’nin Lynch’i ve eski the7 üyelerinden belirli kişileri yanına alarak ailesini bu kötü adamlardan kurtarma ve ardından Carlos-Mute kardeşlerin hükümdarlığına son verme planlarını konu alan serinin ilk oyunu Dead Men de bizleri işte böyle selamlıyor.
Üç yıl sonra piyasaya çıkan devam oyununda ise Lynch kendisine kız arkadaş yapmış, hayatını düzene sokup Shanghai’ya yerleşmiş, daha sakin, hümanist bir bünye olarak karşımızda. The7’yle girdiği savaşta karısını kaybeden ve kızıyla yeni bir başlangıç yapmak isteyen Kane’nin yolu da -kaderin bir cilvesi Shanghai’ya düşüyor. Onu Çin’e kadar getiren olay Lynch’ten gelen bir telefon. Buraya kara kaşı kara gözü için çağrılmadığının o da farkında. Lynch’in büyük paralar kaldıracağı bir iş için Kane’in yardımına ihtiyacı var. Bu Lynch için biraz cep harçlığı, Kane için de façayı düzeltip kızının gönlünü yeniden kazanabilmesi adına kaçırılmaz fırsat.
Dog days’de diğer oyunun aksine James Lynch’i kontrol ediyoruz. Olaylar bu sefer onun çöplüğünde geçtiği için hem polise hem de mafyaya karşı cephe aldığımız bu oyunda organizasyonun rotasını çizen, risk alan ve bu uğurda sevdiklerini (kız arkadaşı Xiu) tehlikeye atan adam bizzat Lynch’in kendisi. Yukarıda en başından aldığım hikayeyi okuyanlar farkına varmıştır; ortada çok derin, etkileyici bir senaryo yok. IO Interactive kullanıcıları ekran başında sıcak tutabilmek için sağlam bir hikaye örgüsü yerine aksiyon sahnelerinin sayısını artırma yoluna gitmiş ve bunu hard core diyaloglar ve oyun içi sinematikleri ile destekleyerek bu kısır döngü içerisinde bir akıcılık/süreklilik yaratmaya çalışmış. Peki başarmış mı? 10 üzerinden 5-6 alabilecek ölçüde evet… Kane ile Lynch arasındaki strong language ibaresinin hakkını veren söz yazılımı müthiş seslendirmelerle birleşip diyaloglara ayrı bir lezzet katsa da, ışıl ışıl parlayan Shanghai caddeleri ufak çaplı bir göz banyosu yaptırsa da yönetmen bu oyunda çok fazla action diyor! Silah seslerinin sustuğu, soluklanmak için bir köşeye çekilip bekleme yapabileceğiniz anlar oldukça sınırlı. Neredeyse her köşe başında bir çatışma var. TPS türüne gönül vermiş her oyunsever gibi aksiyona ben de bayılırım fakat tadını kaçırınca bir süre sonra oyun kendini rutine bağlayıp sıkıcı hale geliyor ve her sahnede kendini tekrar ediyormuş hissi yaratıyor.
Dead Men’de olduğu gibi burada da saklan-siper al üzerine kurulu bir sistem var. Bu sefer siper olayı ilk oyundaki gibi default değil, bir tuş yardımıyla sağlanıyor. Arkasına saklandığınız materyaller (kutu, bina, araç vs) kurşunla hasar alabiliyor. İlk oyunda oldukça işe yarayan ekip arkadaşlarımıza emir verme, cephane değiş-tokuşu gibi komutalara Dog Days’de yer verilmemiş. Bunun sebebi de ilk oyunda 7-8 kişilik bir grupla hareket ederken bu oyunda birkaç bölüm hariç sadece Kane’le yola devam ediyor oluşumuz…Envanterimizde pistol, shotgun, rifle ve sniper türüne ait, çeşit bakımından tatmin ederliği tartışmaya açık silahlar mevcut. Fakat bunların mesafe-etki-vuruş hassasiyetleri son derece gerçek dışı. Birkaç metre uzağımdaki düşmanı Uzi’yle tararken adam hiç tepki vermiyor ama 8-10 metre uzağımdaki düşmanı pompalı tüfekle tek atışta öldürebiliyorum, ilginç! Birçok TPS’de olduğu gibi burada da üzerine şarjör boşaltığınız halde hala ayakta durabilen düşmanlar var. İsabet sonrası verdikleri vücut tepkimelerine bakarsak duvara mı sıkıyoruz yoksa bir canlıya mı ayırt etmek güç. Yangın söndürücü ve mutfak tüpü gibi patlayıcılar özellikle kapalı alanlarda stratejik birer silah haline dönüşürken sniper kullanımındaki ayrıntıların son derece basite indirgendiğini söylemeliyim.
Oyunda Lynch’in omuz hizasına yakın bir üçüncül görüş açısına sahibiz. Kamera iniş çıkışlarda ve köşe başı dönüşlerde oldukça stabil. Arkasına siper aldığımız cisimlerin sağ-sol ve üstünden düşmana nişan alırken yarattığı görüş açısı oldukça geniş. Ayrıca üst üste mermi yiyip yere düştüğünüz vakit kamera vücudun duruş şekline göre son derece gerçekçi bir açı/eğim hassasiyeti gösteriyor ve hasar arttığında ekranda meydana gelen mozaiklenme ile kan efektleri de görüş durumumuzu gerçekçi biçimde azaltıp çatışma sırasında son derece gerçekçi bir aksiyon deneyimi sunuyor. Eleştirilebilecek tek noktası; aktüel kameranın koşu sırasında gereğinden fazla sallanıyor olması… Burada hareket sensörünü biraz kısıp bunu artan-azalan nefes alış verişleri vb. duyusal verilerle destekleselerdi eminim şu anki haliyle yaratmış oldukları baş ağrısından çok daha fazlası sağlanabilirdi.
Oyundaki karakter modellemeleri oldukça başarılı. Formel çizgisini bozmayan klasik takım elbiseli Kane’le t-shirt üzerine giydiği ceketi, kalın çerçeveli gözlükleri ve uzun saçları ile deli ruhunun dışa vurumu bir tarz yaratan Lynch’in çizimleri koca bir alkışı hak ediyor. IO Interactive’in bu başarıyı Shanghai kentini betimlerken devam ettirdiğini söylemek de yine yanlış olmaz. İnsanların fink attığı hareketli ve renkli caddelerden ıssız arka sokaklara, dev gökdelenlerin çevrelediği şehir meydanından büfe, restaurant gibi lokal istasyonlara kadar her mecrada farklı bir emek, farklı bir detay var. Adam kovalarken girdiğim bir et pazarında belki kimsenin fark etmeyeceği sote noktalarda görmüş olduğum -istiflenmiş kutuların üzerine işlenmiş Çince yazılar bile ayrıntılara ne kadar önem verdiklerinin bir göstergesi…Shanghai topraklarında dolaşmak gerçekten büyük keyif.
Son olarak…
Oyun 4.5- 5 saat gibi oldukça kısa bir tek kişilik senaryo moduna sahip ve sert finallerden hoşlanan bünyeleri hayal kırıklığına uğratacak derecede basit bir finali var. İçerisinde kan, vahşet ve sex unsurları dahil sansür gerektiren birçok öge barındırıyor. Birer fenomene dönüşmesi olası iki çatlak karakter, bir oyun için seçilebilecek en hoş kentlerden biri olan Shanghai ve vasatın üzerindeki ses kurgusu ile desteklenmiş hoş sunumu K&L 2: Dog Days’in tadına bakmak için yeterliyse de ekşın odaklı sahnelerin fazlalığı bir süre sonra insanı oyundan soğutabiliyor. K&L 2 kesinlikle ‘’Mazeretim olmadan, saaatlerce, hunharca çatışabilirim’’ diyen kesime hitap eden bir oyun. ‘’Şiddetin azı makuldür. Beni hikaye, kurgu ilgilendirir’’ diyenlere tavsiyem; hiç bulaşmayın, vaktinizi çarçur etmeyin.
Mclaren
22 Ağustos 2010 Pazar
Schuster'den Deneme-Yanılma
Beşiktaş ve ülke futbolu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan Schuster’in hem deneme amaçlı hem de yabancı kontenjanından ötürü daralmaya gidilemediğinden bu kadroda rotasyon yapması doğaldır. Bugün Zapo sınıra takılınca tandemde Ferrari’yle birlikte Ersan oynadı. Helsinki maçında 11 başlayan iki bekin (İsmail, Ekrem) yerine Üzülmez ve Erhan monte edildi. İleri uçta yabancı engeline takılan Bobo kadroya alınmazken ‘Bu forvetlerle yürümez’ diyen Schuster, Nihat’a bel bağlamak zorunda kaldı. 4 gün önceki Helsinki maçına kıyasla bugünkü kadroda geri dörtlüdeki üç oyuncu ve ileri uçtaki gol silahının farklı oluşu ‘kadro fazla mı kurcalanıyor’ şeklinde bir eleştiri getirebilir fakat Belediye mağlubiyetinin gerekçeleri daha çok Schuster’in oyuncuları henüz tanıyamamış olması ve orta sahada Delgado için biçtiği anlamsız rolde saklı.
Quaresma, Nihat ve Holosko gibi top rakibe geçtiğinde ileride çakılı kalan oyuncular aynı anda sahadayken ve karşınızda İst. Bld gibi açık alanda etkili olabilen, ayrıca kontra tehdidi yaratabilen bir takım varken orta sahayı Delgado-Ernst ikilisiyle tutmaya çalışmak futbol lugatında ancak intiharla özetlenebilir. Delgado dörtlü defans hattıyla önündeki 50-60 metrelik alanı sınırlayan bölgeyi toplu/topsuz kullanabilecek, top rakipteyken alan paylaşımı yapabilecek, Ernst’e yardım getirebilecek oyuncu değildir. O adam Fink’tir. Fink yoksa Necip’tir. Schuster, Delgado’da böyle bir ışık gördüyse bugünden tezi yok bu planı imha etmeli, gerekirse Tayfur Havutçu devreye girmeli… Yedek kulübesindeki yüz ifadesine ve maç sonundaki ‘’En azından kaybetmemeliydik, yenilgiyi hak etmedik’’ demecine bakıldığında ben en ufak bir pişmanlık ibaresi göremedim kendisinde ama 1-0’dan sonraki 50-60 metrelik uzun şişirmelerden ve rakibin 2-3 basit pasla orta sahayı geçip kale önünde yarattığı tehlikelerden gereken dersi çıkarmış ve bunu bir kenara not etmişse sorun en azından benim için kapanmış demektir.
Schuster şu görüntü itibarıyla forvet talebinde haklı olabilir. Fakat Avrupa’da çıtayı yükselten Beşiktaş’ta sağ bekteki ilk tercihin Erhan Güven olması, yerine konulabilecek alternatiflerin ise Ekrem Dağ ve Toraman gibi orijini sağ bek olmayan oyuncuların olması bence daha önemli bir soru işareti… Yabancı kontenjanı takımın bir numaralı hücum gücünü ilk 18’in dışında bırakmışken Tabata ve Delgado’nun halen aynı havayı soluyor olması, bu akşamki maçtaki en büyük gediği kapatabilecek oyuncu olan Fink’in sözleşmesinin dondurulması da acil çözüm gerektiren diğer sorunlar silsilesi…Bugün gördük ki; sadece Guti, Quaresma maç kazandırmıyor. Bu maç imza törenleri ve Robinho söylentileriyle çılgına dönen ve bu akşam faturayı Nihat’a kesen taraftarı gerçek hayata döndürmek adına da hayırlı bir mağlubiyet oldu.
17 Ağustos 2010 Salı
Gamers can play as 'Taliban'. Yani?
Amerikan haber kanalı Fox News geçtiğimiz günlerde sezonun merakla beklenen oyunlarından Medal of Honor’ı gündemine taşıdı. Fox’un daha çok politik olayları içerik edinen bir haber kanalı olduğunu düşünürsek bu ziyaretin tahmin edilebilirliği çok da zor değil aslında; MoH’ın senaryosu…Amerika ile Afganistan arasındaki savaşı konu alan oyunun multi player modunda kullanıcıların Taliban üyelerini seçip Amerikan güçlerine karşı savaşıyor olması ülke genelinde (!) bir gerilim yaratmış. Bu sadece bir oyun mu? Yoksa bir mesaj mı verilmek isteniyor? Küçük yaş grupları bundan etkilenir mi?... ile sürüp giden epey sığ tartışmalar dönüyor şu sıralar ülkede. Electronic Arts ‘’Oyunda bir taraf polisse diğer taraf hırsız, bir taraf korsansa diğer taraf yaratık olur. Bu oyunun multi modunda da bir taraf Taliban olacaktır’’ ile kendini savunurken, o genel (!) kesim de anlamsız biçimde Abd isminin lekelenmesinden yada ülkeye karşı doğabilecek olası şiddet/nefret eğilimlerinden şikayetçi.
Her gün ekonomik kriz, soğuk savaş, iktidar kavgası, terör ve bunun gibi birçok global olayla iç içe yaşıyoruz. Bunlar kimi zaman Tv’deki bir siyaset programına malzeme oluyor kimi zaman da bir kitap yada mecmuanın yazımına kaynak sağlıyor. Bugün farklı ülkelerden yüz binlerce insana hitap eden geniş lansmanlı oyun firmaları da tahmin edersiniz ki aynı kaynaklardan besleniyor. Son 10 yılda çıkmış FPS türü savaş oyunlarına bir göz atın. Acaba kaç tanesi ikinci dünya savaşını konu alıyor? Ben sayılarını hatırlamıyorum. O zaman da Abd’ye Nazi Almanya’sıyla karşı koyuyorduk. Peki ne değişti? Taliban’ı daha kötü yada şiddete meyilli yapan ne? Birleşik devletler-Afgan ilişkilerinin halen sıcaklığını koruyor olması Abd tarafında bir hassasiyet yaratmış olabilir fakat oyunda Abd’yi küçük düşürecek üstü açık yada kapalı hiçbir veri yokken Fox’un ‘’Gamers can play as Taliban’’ manşetiyle böyle bir algı yaratması bence tamamen mantık dışı... Bir oyunun campaing modunda hangi karakterler varsa multi player modunda da o karakterlere yer verilir. MoH’un tek kişilik senaryo modunun içeriği aylar önce açıklanmışken multi player eleştirilerinin şimdi hortlaması da ayrı bir tutarsızlık… (Taliban yerine kimi bekliyorlardı acaba?)
Ben en azından kendi adıma Electronic Arts'a bizi savaş oyunlarındaki ikinci dünya savaşı klişelerinden uzaklaştırıp türe farklı bir boyut kattığı için teşekkür ediyorum.
Video linki
13 Ağustos 2010 Cuma
Eminem ft. Rihanna
Just gonna stand there and watch me burn
But that’s all right because I like
The way it hurts
Just gonna stand there and hear me cry
But that’s all right beacuse I love
The way you lie
I love the way you lie
Canımı acıtmandan, yalan söylemenden bile hoşlanıyorum diyen bir kadın ve tekrar terk etmeye kalkışırsa onu yatağa bağlayıp evi ateşe vereceğini söyleyen bir adam. Diple uç arasında yaşanan müthiş gel gitler ve bu boşlukta sadece anlık psikolojinin şekillendirdiği, yumruk yumruğa iken birkaç saniye sonra birbirlerini tutkuyla öpebilen iki aşığın absürd duygu alaşımları…
Eminem ve Rihanna düeti ‘love the way you lie’ sevdiğim birçok şeyin bir araya geldiği hoş bir bantla kliplenmiş. Dizelere hayat veren iki aşığı Dominic Monoghan’le Megan Fox oynuyor. Monoghan’e Lost’un 3. sezonunda bizlere veda ettiği boğulma sahnesinden beri bir sempatim var. Rihanna ve Megan Fox gibi iki güzelin yanına bir de Eminem’i koyunca Real Madrid’i andıran bu yıldızlar topluluğu klibi fazlasıyla ekstrem hale getirmiş. Bizdeki klip kabızlığının üzerine ilaç gibi geliyor bunlar...
12 Ağustos 2010 Perşembe
Mafia 2 (Demo İnceleme)
Mafia 2’nin demosunu nihayet Steam hesabımdan indirip test edebildim. Haritanın belli bölümlerini kırmızı bantla geçişe kapatıp şehri gezebilmek için 10 dakika gibi kısıtlı bir süre verilince sağlıklı bir analiz için demoyu 5-6 kez oynamak durumunda kaldım. Tek bir görev yapabilme şansım vardı. Ben de bol bol şehri gezdim, araçları test ettim, yoldan geçen vatandaşla takışıp Vito’nun dövüş maharetlerini keşfettim, bölge polisiyle kanlı bıçaklı oldum ve to be continued… yazısıyla perde inerken Empire Bay halkına ‘’3 hafta sonra görüşürüz’’ deyip şehirden gözüm arkada ayrıldım.
*Aşağıdaki paragraf başlangıç videoları hakkında bilgi vermektedir. Görevin konusu veya muhteviyatına dair herhangi bir spoiler içermemektedir.
Demonun başında Vito’nun ekibe katılımı ve icra edeceğimiz görevle ilgili ufak bir video var. Sonrasında kendimizi bir müstakil evde, dibimizdeki sabit telefonu zırıl zırıl çalarken buluyoruz. Hattın diğer ucundaki eleman bizim ekipten Joe… Daha önceden belirlenen mekanda buluşma vaktinin geldiğini iletiyor ve biz de komutu alır almaz hemen yola çıkıyoruz.
Olay mahaline giderken yaşadığım mini sürüş deneyimine ve görevlerin progress sürecine dayanarak söyleyebileceğim ilk şey; Mafia 2’nin oyun mekaniklerinin birinci oyunla büyük paralellik gösterdiği... Görev sırasındaki her bir aşamayı ara video’larla bütünleyip yine keyifli, kullanıcıyı içine çeken sinematik bir hava yaratmışlar. Argo ve küfürden hallice içeren sert dialoglar renk katmış. Çatışmalarda son dönemin klasiklerinden siper al-ateş et üzerine kurulu bir sistem var. Çoğul düşman gruplarına karşı kutu, bina kolonu, kapı arkası gibi ardına pusu kurabileceğiniz yerler hayatta kalabilmeniz için büyük önem taşıyor ve bu yerler silahla hasar alabildiğinden size hiçbir garanti vermiyor. Bölüm içerisinde MG-42 ile Mafia 1'den aşina olduğumuz 1911, shot gun ve Thompson 1928'i kullandım ve insanların (silahla) vurulmaya karşı gösterdikleri vücut tepkimelerini oldukça başarılı buldum. İlk oyunu hatırlayanlar bilir. Peş peşe 6 pistol mermisi yiyen elemanlar sanki toplu iğneyle dürtülmüş gibi ‘ahh, ugh’ şeklinde acayip komik tepkiler veriyordu. Mafia 2’de üç-dört mermi yiyip hayatta kalma şansınız neredeyse yok.
Çevrenizde kamyonetten tıra, lüks cabrio’lardan halk otobüslerine kadar her türlü aracı bulabilirsiniz ve hepsinin araç hidrolikleri olması gerektiği gibi birbirlerinden farklı. 50 km hızla giden bir kamyon ve 50 km hızla hareket eden bir otobüsle aynı virajı dönmeye kalktığınızda kamyondaki zorlanmayı daha net hissedebiliyorsunuz. Bu farkı frenajlarda da duruş mesafesine bakarak görebilirsiniz. Yine direksiyon hidroliği hıza bağlı olarak değişkenlik gösterirken araç hızlandıkça simitin çevrim hassasiyeti aynı düzeyde azalıyor. Mafia 1’i oynayanlar bu demoyu test ettiklerinde aradaki farkı hemen algılayacaklardır.
Şehrin içi ilk oyuna göre oldukça hareketli. Parkta oturup keyif yapan ihtiyarlara, köşe başında gazete satan emekçilere rastlamanız mümkün. Yöre halkı artık daha bilinçli ve etraflarında olan biten her olaya reaksiyon gösteriyorlar. Baş belalımız polis memurları Empire Bay’da da unutulmamış! Kaza, gasp yada aşırı hız yaptığımızda hemen peşimize takılıyorlar ve maceramız kaçış, para cezası yada kelepçe ile son buluyor. Polislerin ilk oyuna göre daha organize hareket ettiklerini ve aralarındaki telsiz konuşmalarını okuyabildiğimizi hatırlatalım.
One-on-one dövüşlerde sadece yumruk ve tekme kullanabiliyoruz. Fakat dövüşün farklı yerlerinde 2-3 tuştan oluşan kombinasyonlar yaratıp (bu tuş kombinasyonları o an ekrana yansıtılıyor) daha spektaküler hareketler yapma şansına da sahibiz. Dövüş sırasında kamera açıları kullanıcıyı rahatsız etmiyor. Karşımızdaki kişinin yediği tekme ve yumruklardan sonraki vücut tepkimeleri de silahla vurulma anlarında olduğu kadar mükemmel kotarılmış.
Grafikleri kabul edilebilir ölçüde iyi buldum yalnız iddia edildiği gibi günümüz şartlarında fark yaratacak kadar üstün değiller. (Köprünün üzerinden deniz manzarasını izlemek müthişti. Fakat yukarıdaki resimde kum zemin ve yolu sınırlayan çim kaplamaları resmen sırıtıyor). Bir de Physx destekli görmek lazım. Karakter modellemeleri çok ihtişamlı görünmese de koyu renk gömlek üzerine basit bir montla bile Vito’ya kiralık katil imajı verilebiliyorsa burada pek eleştirme hakkımız olduğunu düşünmüyorum.
Yaz okulu vize haftasında olduğum için pek hakkını vererek oynayamadım ama bu mini prömiyeri gayet başarılı buldum. Mafia 1’in beni en çok cezbeden yanı hikayesiydi. Çaresizlik, mecburiyet, çıkar bileşimleri, ihanet dahil her türlü tecrübeyi yaşamış ve 20 bölüm süren oyunun son videosuna kadar her şeyi ‘’Eee…Peki şimdi ne olacak?’’ bakışıyla takip eder olmuştum. Mafia 2 bu kurgu ve senaryo başarısını devam ettirirse çok da parlak geçmeyen bu sezonun en iyi yapımları arasına girebilir.
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Lost'tan Garip Bonuslar
Lost'un final bölümünden sonraki memnuniyetsizliğim çoğu soru ve gizin havada kalmış olmasıydı. Dizinin gizem duvarını ören, 9 aylık sezon aralarında bile türlü teoriler üretmemize neden olan onca temel ayrıntı 'izleyici yorumuna bıraktık' kisvesiyle yanıtsız bırakıldı. Bunun sebebini senaristlerin dizideki basit unsurları gereksiz detaylandırıp ana olaydan uzaklaşmasına ve sonradan durumu toparlayacak vakti bulamamalarına bağlıyorum. En basitinden altıncı sezonda Dogan ve ekibini yaratıp üzerine 5-6 bölüm yazan senaristler pilot bölümden bu yana meramı merak edilen, üzerine onlarda teori üretilen Kara Duman'ın sırrını sadece 1 bölümde açıklamaya kalktı. Adadaki fısıldaşmalar, dört parmaklı heykelin akıbeti, Jacop'ın ölümsüzlük iksiri, adayların seçim kriterleri, mağaradaki ışığın özellikleri basite indirgendi. Adanın kaderinin bir tıpaya bağlı olduğunu öğrendiğimiz anda resmen dibi gördük.
Şimdi de 12 dakikalık bir bonus bölüm çıkarıp sözüm ona cevaplanmayan soruları yanıtlamaya çalışmışlar. Dharma'ya ait yiyecek kutularının tepeden nasıl yağdığı ve kutup ayılarının adaya nasıl geldiği dışında elle tutulur hiçbir şey göremedim ben. Video ''Finali elimize yüzümüze bulaştırdık. Bari yamalarla telafi edelim'' fikrinin bir ürünüyse eğer tek kelime ile hayal kırıklığı... Söz konusu Lost da olsa kimse sonu belli ayrıca zaman aşımına uğramış bir dizinin ayrıntılarını çözmek için vaktini çarçur etmez. Yok efendim bu veya muadili videoları 24 Ağustos'ta çıkacak Blue-Ray paketine saklayıp hem ticari kaygılarımızı güdelim hem de fan küfürlerini törpüleyelim diyorlarsa da benim söyleyecek sözüm yok. Bu da Lost severlere yolunacak tavuk muamelesi yapmanın en legal halidir.
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Hey Gidi Schumacher!
Benim için spor tarihinin en özel kişiliklerinden biridir Michael Schumacher. ‘Zengin sporu’ yaftasıyla ülkemizde yeteri rağbeti görmeyen motor sporlarına ilgiyi artıran, bu ilginin nakde çevrilip Türkiye’yi uzun vadeli F-1 merkezlerinden biri yapması için proje edilen İstanbul Park’ın inşasında iş bilenlere (!) cesaret veren, bu futbol ülkesine F-1 pisti kurduran adamdır.
Onun ilk canlı performansına tanık olduğum yarış Spa 2000’di, arka kanatının üzerinde West yazan, içerisinde Mika Hakkinen’in oturduğu gri araçla birincilik mücadelesi veriyordu. Spikerin (sanırım Okay Karacan’dı) heyecan dolu anlatımını ve ekranda beliren ‘12 laps remaining’ ibaresini görünce evden çıkmamı bekleyen arkadaşım Can’ın üst balkondan bizim salona iştirak eden ‘’Hadi olum al şu duşunu daha çarşıya gidicez!’’ isyanını tv’nin sesini açıp F-1 araçlarının enfes motor sesiyle bastırdım ve ayak üstü yarışı izlemeye koyuldum. Schumi lider Hakkinen ikinciydi, aralarındaki fark ise 2.8 saniyeydi. Fin pilot tur başına mesafeyi 0.2-0.4 saniye farklarla kapatıyor, bitime 6-7 tur kala fark 1 saniyenin altına iniyordu. Hakkinen ilk ciddi geçiş atraksiyonunu bitime 5 tur kala Les Combes tepesine yaklaşırken gerçekleştirdi fakat başarılı olamadı. Normal süresi ve uzatmaları berabere bitmiş, galibin penaltı atışlarıyla belli olacağı bir dünya kupası finali izliyormuşçasına heyecanlıydım ve yarışın bu şekilde biteceğini düşünürken sadece bir tur sonra F-1 tarihinin en müthiş geçiş anlarından birine tanıklık ettim. Efsanevi Eau Rouge virajından arka arkaya çıkan iki pilot sonraki uzun düzlükte hızlanıp önlerindeki Richardo Zonta’ya tur bindirme hazırlığındaydı. Schumacher, Zonta’nın solundan geçti, eş zamanlı atağa kalkan Hakkinen ise Zonta ile pistin gidiş yönüne göre sağını snırlayan çizgi arasında kalan ufak boşluktan şansını denedi ve düzlüğün bitiminde (yani bir tur önceki geçiş denemesinin başarısız olduğu aynı yerde) Schumi’yi arkasına almayı başardı. Bu riskli/cesur hamle şimdiki F-1 tutkuma temel atmakla birlikte benim için Hakkinen özelinde bir saygı duruşudur.
İnsanların herhangi bir spor branşına olan bağlılığı genelde bir idolün benimsenmesiyle vuku bulur. Kaan Kural’ı bu camiaya kazandıran adam Larry Bird’dür. Bana Spa’dan bir hafta sonra grid’deki 22 pilotun ismini ezbere saydıran adamlar da Hakki ve Schumi’dir. O yarıştan sonra belki kaybedeni destekleme psikolojisi belki de Schumacher’in cezbedici ateş kırmızısı Ferrari’sinden ötürüdür bilinmez, kendimi Schumi taraftarı ilan ettim. Spa’da Hakkinen kazandı, sezonu Schumacher şampiyon bitirdi. 2001’de Schumi seriyi ikiledi. Hakkinen 5. bitirdiği sezonun ardından 1 yıl dinlenme kararı aldı. Fakat bir daha F-1’e dönmedi. Bu emeklilik F-1’in tadını kaçıracak, Schumi 2002/03/04’ü zirvede kapatacak ve üstelik 2003’te Raikkonen’le yaşadığı çekişme dışında diğer tüm sezonlarda açık ara yapacaktı.
2005 Schumi için hayal kırıklıklarıyla geçti. Takvimdeki ilk 4 yarışın üçünü kazanan Renault’un yükselen değeri Alonso ile Mclaren’den Raikkonen’in düellosuna sahne oldu. Schumi ‘’Hala kendimi bu savaşın içerisinde hissediyorum’’ diyerek ben daha ölmedim mesajı verse de sezon sonunda Alonso’nun topladığı puanın yarısına ulaşamadı ve 62 puanla üçüncü oldu. 2006’da senaryo daha ılımlıydı, Alonso’yla son 2 yarışa kafa kafaya girdiler. Fakat sondan bir önceki yarış olan Japonya Grand Prix’inde finişi göremedi ve yarışı birinci bitiren Alonso Brezilya’daki kapanış öncesi 10 puan farkla tepeye oturdu. Schumi son yarış öncesinde şampiyonluk umudunun kalmadığını itiraf etti, Brezilya’da ikinci olan Alonso üst üste ikinci kez şampiyon oldu.
Brezilya GP’sinden sonra yeni sezonda yarışmama kararı alan Schumacher pilotluk kariyerine nokta koyduğunu açıkladı ve çok geçmeden danışman sıfatıyla Ferrari garajındaki yerini aldı. Felipe Massa’nın 2009 Macaristan’daki kazasından sonra sezonun geri kalan bölümünde yarışamayacak olması ona üç yıllık aranın ardından bir dönüş kapısı açtı ama boyun ağrılarını mazeret gösterip teklifi reddetti.
Grileri çekse de kırmızı ona çok yakışıyor
2009/10’a girerken F-1 dünyasını şaşırtacak bir enstantane yaşandı. Schumi ismiyle özdeşleştiği Ferrari’den ayrılıp Mercedes GP ile anlaşmaya vardı. ‘Massa’nın yerine geçecek’ dedikoduları çıktığında sporda geri dönüşlerin başarı getirmediğine inanan biri olarak ufak bir macera için o müthiş kariyerin lekelenmesinden korkmuş ve dedikodunun bende yarattığı büyük heyecana rağmen rasyonel düşünüp verdiği red kararını sevinçle karşılamıştım. İçinde ukte kalmış olacak ki rötarlı da olsa Mercedes Gp’siyle Ferrari’ye ve Red Bull’lara meydan okumaya kalktı (!) Schumi. Macerası şimdilerde biraz Acun Firarda tadında... 12 yarış sonunda 38 puanla genel klasmanda 9. sırada. Hiç podyum göremedi, 7 kez ilk 10’un dışında kaldı. O eski winner görüntüsünden çok çok uzakta ve tekrar o çıtayı yakalaması pek olası görünmüyor
Sporda emeklilik sonrası geri dönüşlerin getirisi pek olumlu olmuyor. Özellikle F-1 gibi direnç/dayanıklılık gerektiren bireysel sporlarda gerekli fizik-kondisyona sahip olamama, özlemle doğan bu ufak heveslerin sporcuları uzun süreli motive edecek kadar güçlü olmaması, değişen/gelişen/büyüyen rakiplere ayak uyduramama, mental bozukluklar gibi türlü nedenleri var bunun. Tarihte de bol örneği var. Jordan Chicago’daki ilk three-peat’inden sonra kısa bir beyzbol macerası yaşamış ardından P-Jax’e ‘’Bu iş bana göre değil’’ diyerek geri dönmüştü. Fakat o zaman kariyerinin hala ekstrem dönemlerini yaşıyordu ve dönüşünde bir three-peat daha yaşadı. Fakat 2001’deki Wizards serüveni ona hiçbir şey kazandırmadı. Martina Hingis kortlara geri döndükten sonra ikinci baharında CV'sinin eksi hanesini işlemeye devam etti. Kanseri yenerek pedal çevirmeye devam eden örnek sporcu Lance Armstrong geri dönüşü sonrası çıktığı ilk Fransa bisiklet turunu 3. bitirmişti. Bu yılki yarışta ise ancak 23. olabildi. Kim Clijsters gibi çocuk doğurup dönüşte Grand Slam kazanan örnekler de var ama bunların ufak yüzdelik dilimlerle ifade edilen azınlık olduğunu düşünürsek çoğu come back’in hüsranla sonuçlandığı şeklinde bir genelleme var elimizde ve maalesef Michael Schumacher de artık bu genellemenin saygın azalarından biri...
Kalan yarışlarda kaçıncı olursa olsun Schumi’ye olan sevgim elbet değişmeyecek. Fakat onun podyumdan bizlere şapka çıkarmadığı, şampanya patlatamadığı her yarışın sonunda ‘’Gereği var mıydı be Schumi?’’ nidalarıyla üzülmeye devam edeceğiz.
5 Ağustos 2010 Perşembe
Shaq, Boston ve Semih
Önceki postta misafir ettiğim Shaq iki yıl için 2.8 milyon dolar karşılığında Boston Celtics ile anlaşmaya vardı. Pierce ve Allen’la kontrat yenileyip re-building’i bir başka bahara erteleyen keltlerin mevcut rotasyonla bu seviyede tutunabilmesi için 1-2 yıllık vadesi var. Üç süper starın misyonu dolduğunda Rondo’nun etrafına bir takım inşa etmeye çalışacaklar ve o radikal değişim öncesi halen bir atımlık kurşunu bulunan ellerindeki yapıyı çeşitli yamalarla güçlendirme gayretindeler ve Shaq da o yamalardan sadece biri.
Rasheed Wallace’ın basketbolu bırakması ve Kendrick Perkins’in parkelere Ocak ayında dönecek olması uzun rotasyonunda ciddi bir zafiyet yaratmıştı. İçeriye iki yeni takviye yaptı Danny Ainge ancak geçtiğimiz play-off’larda çok dağınık görünen, yüzde 20’yle şut atan Jermain Oneal’la Nba için yeterliliği tartışma konusu olan Semih Erden’e güvenemedi ve Lakers'a kaybettikleri son maçta yaşadıkları 'kalın uzun' probleminin olası tekerrürünü de düşünerek son bir şampiyonluk fırsatı için kapıda bekleyen Shaq’ı içeri buyur etti.
Shaq transferini hem kontrat/beklenti hassasiyeti hem serbest oyuncu havuzundaki diğer alternatifler hesaba katıldığında o boşluğu doldurmak için yapılmış makul ve risksiz bir hamle olarak görüyorum. Shaq’ın her mekan değiştirme arefesinde yapılan ‘’boyalı alanda pozisyonları eskisi gibi bitiremiyor, hücumda artık üzerine ikili sıkıştırma getirilecek kadar tehditkar değil, savunmada ayakları iyice yavaşladı…’’ klişeleri ısıtılıp tekrar önümüze servis edilecektir muhakkak fakat ben olaya biraz daha ılımlı yaklaşma eğilimindeyim.
1. Shaq başarısız olsa dahi takım için maddi/manevi hiçbir külfeti olmayacak.
2. Perkins döndükten sonra kim ilk 5 çıkarsa çıksın ön alandaki starter’lardan biri kenara geldiğinde ellerinde 2.06’lık Glen Davis dışında bir alternatif daha olacak. Lakers’la oynadıkları final serisinde kaybettikleri ve Perkins’in yokluğunda rakibe 23 hücum ribaundu verdikleri yedinci maçta Shaq olsaydı mevcut sonucun değişemeyeceğini kim inkar edebilirdi?
3. Shaq en kötü gününde bile Perkins’ten daha iyi bir hücumcu. Rondo’nun penetrelerinden mutlaka kendi ekmeğini çıkartacaktır. Eski gücünde olmasa da hücumda Perkins’ten daha fazla tehdit yaratacağı kesin.
4. Bu tip veteranların normal sezonu yatarak geçirme ihtimalleri yüksekse de tecrübeleriyle play-off’taki kritik eşiklerde her zaman bir faktör olma şansları vardır.
Boston dışında transfer iki kişi özelinde daha değerlendirilebilir. Shaq için bir önceki postta söylediklerimin arkasındayım. Boston’la ancak konferans yarı finali ya da doğu finali oynayabileceği iki yıl için 40’ına merdiven dayayana kadar uzatmanın hiçbir anlamı yoktu. Semih Erden içinse tek kelime ile yazık oldu. Cebinden ayrıca 200 bin dolar vererek gelmişti Nba hayallerini gerçeğe dönüştürebilmek için Boston'a. Koca bir sezon havlu sallayacak.
Foto: nba.com
4 Ağustos 2010 Çarşamba
Tanıdığım Shaq Gibi Bırak
90’lı yılların başında ülkemizdeki yazılı ve görsel Nba argümanları şimdiki kadar gelişmiş olmadığından Shaquille O’neal efsanesinin doğuşuna sağlıklı biçimde tanıklık etme fırsatım olmadı. Koca oğlan’ı benimsemem 90’ların sonunda basketbolu hayatımın bir parçası haline getirdiğim dönemle hemen hemen eş zamanlı gerçekleşti. Orlando yıllarını hatırlanabilir kılan nadide parçalar geçmişe ait birer kaset ve çeşitli arşiv görüntülerinden ibarettir benim için. Onun ligdeki ilk yıllarını kaçırmak 2.5 saatlik filmin seansına açılıştan bir saat sonra girmek gibi bir şey ama gelişme-sonuç bölümünü gördüğüm için bile kendimi çok şanslı hissediyorum.
George Mikan, Wilt Chamberlain ve Kareem Abdul Jabbar gibi efsane pivotların formasını terlettiği Lakers’a Tanrı’nın yeni bir armağanıydı o. Miami’yle şampiyonluk kazandı, kariyerinin ending bölümünü Phoenix ve Cleveland’da geçirdi ama benim için her zaman mor-altın sarılı formasıyla tanıdığım Lakerslı Shaq olarak kaldı. Devasa fiziğiyle eşleşilmesi en güç uzunların başında gelen, topu çembere yakın aldığında onu durdurmanın ancak faulle mümkün olduğu, oyuna etki derecesi/dominantlığı günümüzde Michael Jordan ile mukayese edilen ve LA’den ayrıldıktan sonra Kobe için yapılan ‘’Lideri olduğu takımı şampiyon yapıp kendini ıspatlamalı. 3 yüzüğü de Shaq’ın gölgesinde kazandı’’ eleştirilerinde dolaylı yoldan başrolü oynayan Shaq olarak…
Zamanında Larry Bird’e Magic Johnson’a acımayan zaman şimdi de azılı oklarını bu dev adam için çıkarmışa benziyor. LeBron, Wade, Bosh, Amare, Boozer diğer taraftan Joe Johnson, Rudy Gay, David Lee’li bir alt tabaka kendilerine çoktan alıcı buldu ama daralan havuzda Shaq tek başına yüzmeye devam ediyor. Shaq’ı kadrosuna katmak isteyen 2-3 takım var(dı) fakat hiçbiri bu dev adamın istediği kontratı vermeye razı değil. Pota altında iki under sized uzunla oynayan Atlanta için geçti adı. Fakat Hawks o boşluğu Jason Collins’le sözleşme uzatıp, Josh Powell’ı kadrosuna katarak doldurmayı tercih etti. Kendrick Perkins’in Aralık-Ocak’ı bulması beklenen geri dönüşü ve yeni transfer Jermain Oneal’ın sakatlık konusundaki sabıkası dikkate alındığında Boston ihtimali de kağıt üzerinde epey kuvvetli duruyordu. Fakat Paul Pierce ve Ray Allen’la bu yaz kontrat yenileyen Boston ücret tavanının üzerinde olduğundan fazla ısrarcı olmadı (edit: anlaşmaya yakın oldukları söyleniyor). Son bir haftadır çıkan dedikodular ise Shaq’ın son kez istediği kontratı alabilmek için Avrupa’ya gidebileceği yönünde…
Açıkçası onu bu topraklarda hiç hayal etmemiştim. Euroleague’de onu izlemek FIBA basketboluna tarifsiz bir lezzet katacaktır muhakkak fakat bunun Shaq için para ve ufak Avrupa kaçamağı dışında reel bir anlam ifade edeceğini sanmıyorum. Hayatının geri kalanını lüks içinde geçirebileceği hatta hayalini kurduğu Nba takımını satın alabileceği paranın çok daha fazlasını kazanmışken biraz daha fazlası için ‘’Para için Avrupa’ya gitti’’ dedirtmenin, itibarını zedeletmenin bence hiçbir manası yok. Avrupa’da misyonunu doldurmuş yıldız futbolcuların emeklilik zamanı Katar’a, Özbekistan’a yaptığı mevsimlik göçten bir farkı kalmayacaktır bunun. Benim için marka değeri iki senelik Avrupa macerası için riske edilemeyecek kadar değerli biri... Bir yerlerden duyuyorsa beni lütfen...
Lütfen burada, tadında bırak. Seni ilk gördüğüm, tanıdığım Shaq gibi kal.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)