22 Mart 2010 Pazartesi

Prison Break: The Conspiracy (İnceleme)

İlk ekran görüntüleri yayınlandığında ‘’dizi/film oyunları takoz olur’’ görüşünü pekiştiren ve bu ezberi bozamayan bir yapım olarak karşımıza çıkacağını tahmin ediyordum Prison Break: The Conspiracy’nin. Batman: Arkham Acylum bu anlamda dilimize bir parmak bal çalmayı başarmıştı ama anlaşılan Zootfly işi biraz aceleye getirmiş. Yine de bunun birçok dizi fanının oyunu satın alıp oynamalarına engel olmayacağını biliyorum. Ah merak! Sen nelere kadirsin!

Wentworth Miller hayranları biraz hayal kırıklığına uğrayabilir fakat oyunda Michael Scofield’i yönlendirmiyoruz. Yapımcılar senaryoya sadık kalmak koşuluyla ufak değişikliklere gitmişler ve bunlardan en önemlisi yapımda hayat verdiğimiz karakter; Tom Paxson. Dizide yer almayan, Zootfly’ın hayal mahsulü ürünü Paxson şirket tarafından Lincoln Burrows’ı izlemek, kardeşi Scofield’la ilişkilerini didiklemek ve tasarladıkları kaçış planlarına çomak sokmak için görevlendirilmiş bir ajan. Evet, yanlış duymadınız. Oyuna Scofield’i karşımıza alarak başlıyoruz ve görevlerimiz ana hatlarıyla Scofield’i takip etmek, icraatlarını gözlemek ve bu sayede bir sonraki hamlesini kestirebilmek üzerine kurulu. Bunu yaparken de ilk ağızdan emir aldığımız yine bir şirket çalışanı olan Jack Mannix’le sürekli irtibat halindeyiz. ( Bahçedeki şu meşhur telefonlar aracılığıyla) Scofield’in her atağında telefona sarılıp Mannix’e rapor veriyoruz ve bu zincirleme şekilde devam ediyor.

Kahramanımız Paxson, Fox River’daki ilk günlerinde tıpkı dizide Scofield’in yaşadığı çeşitli çaylak işkencelerine maruz kalıyor. Meşhur ‘’fish’’ hitapları ve ilk gün dövüşmesi için Thedore Bagwell’in önüne atılması örnekleme adına sayabileceklerim. Ayrıca görevlerimizi ifa ederken mahkumlardan sık sık yardım istemek zorunda kalıyoruz ve karşılığında bu elemanların ayak işlerini yapıyoruz. PUGNAC için C-Note'a yaranma, Abruzzi için telefon kayıtlarını ele geçirmek gibi. ‘’Herşeyin bir bedeli var’’ kuramının takır takır işlediği bir mecra bu Fox River…

Oyundaki misyonumuz sadece ana görevleri yapmakla sınırlı değil. Para karşılığı yapılan underground dövüşler var. Bahçede gezinirken karşımıza çıkan kaslı, zenci abilerimizin yanına gidiyorsunuz ve size hemen Fox River ahalisinden biriyle çetin bir müsabaka ayarlıyor. Rakibe göre para miktarının değiştiği bu dövüşlerden kazandıklarınızla da sağınıza solunuza dövme yaptırıyorsunuz, şekil yapıyorsunuz. Tüm esprisi bu. Ben bu işlerle fazla uğraşmadım, sadece 4 dövüşten 200 dolar kazandım ve koluma bir kılıç dövmesi yaptırdım. Zaten 4 duvar arasında o parayla başka ne yapabilirsiniz ki, değil mi?

Görevler iki unsur üzerine kurulu: Kavga ve gizlilik. Ya bir yere giderken karşımıza bize kıl bir herif çıkıyor, kapışıyoruz. Ya da hedefe giderken gardiyanlara görünmemeye çalışıyoruz. Ufak çaplı Manhunt havası yaratan bu saklanma olayında çevrenizdeki kutu / duvarların arkasına pusma, dolapların içerisine girme ve dışarıdaki arabaların altına gizlenme imkanına sahipsiniz. Fakat önlerinden geçerken bile sizi fark edemeyen, görme özürlü gardiyanların sahip olduğu yapay zeka o kadar berbat ki; o yakalanır mıyım? gerilimini, korkusunu hiçbir zaman hissedemiyorsunuz. Dövüş mekanizması desen daha kötü. Yumuşak yumruk, sert yumruk ve blok koyma dışında hiçbir meziyete vakıf olmayan ve bu materyallerle rakibi sermeye çalışan bir yetenek fakiriyiz. 10-12 sene önce oynadığım atari oyunlarındaki dövüş sistemi ve hareket repertuarı bile bundan fazla, daha ne diyeyim. Çok tek düze olmuş. Kavga esnasında sağlık sistemi dinlen-iyileş şeklinde. Fakat fena sayılmayacak oyun kontrollerine rağmen kavga sırasında kamera açıları oyuncuyu biraz zorlayabiliyor. Prison Break’in bence en aciz kaldığı nokta bu.

Oyunda, dizide yer alan tüm ana karakterlere yer verilmiş ve seslendirmeler de yine tamamen dizi oyuncularına ait. Scofield’den Lincoln’e, Bellick’ten Sucre’ye, C-Note’dan Abruzzi’ye kadar… Uzun bir aradan sonra seslerini yeniden duymak bile müthiş nostalji oldu benim için. Fakat bazı karakterler sanki yapıma ‘’Sırf oyunda yer vermediler demesinler’’ diye eklenmiş gibiydi. Mesela hapishanedeki ilk günlerde ne için dövüştürüldüğümüzü bir türlü çözemediğim Bagwell’le daha farklı koşullarda karşılaşmayı isterdim. Adamla selamdan çok kavgamız var. Yine senaryo gereği dialektiğimizin kuvvetli olmasını beklediğimiz Scofield’le de Abruzzi’yle birlikte olduğumuz zamanın yarısını bile geçirmiyoruz. Bu detaylara biraz daha dikkat edilebilirdi.

Teknik konulara girersek; grafikler günümüz oyunlarının hayli gerisinde. Karakter modellemelerinden çevre-mekan tasvirine kadar. Binalara bakarken kendinizi çizgi dizi izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Karakterler de plastik oyuncaklar gibi. Ana elemanların yüz çizimleri güzel, klişe tabirle fena benzetmemişler ama konuşmalarda heriflerin suratında en ufak bir ifade, bir mimik değişimi yok. Dialoglar güzel. Abruzzi’nin alaycı konuşmaları, gardiyanların birbirlerine laf sokuşları, argolar güzel yedirilmiş ama bu hoş detaylar genel kompozisyonun içerisinde kaybolup gitmiş. Bu arada detay demişken; Doktor Tancredi neydi ya öyle? Kadını Paris Hilton’a benzetmişler. Sarı fışlak bir şey olup çıkıvermiş. Neyse; biz seni her halinle seviyoruz Sarah Wayne Callies…

Son eleştirim oyunun final sahnesiyle ilgili. Çok kısa olmuş, aceleye getirilmiş. Zaten hepi topu 9 chapterlık bu oyuna 2-3 bölüm daha ekleyerek final anı detaylandırılabilirdi. İçinde hiç aksiyon barındırmayan oyunun belki de aksiyon yaratmaya en müsait sahneleriydi o kaçış sahneleri. Neyse, sağlık olsun…

Oyunlara değerlendirme puanı vermeyi sevmem. Verilen notların da genelde şişirme olduğunu düşünürüm. Kısacası; dizi fanlarının meraktan kıvranıp ‘’Dur bir bakıyım bakalım nasıl olmuş’’ diyerek öyle yada böyle alıp arşivine koyacağı, diziyi takip etmeyenlerin ise oynamamaları durumunda fazla bir şey kaybetmeyecekleri bir yapımla karşı karşıyayız.

Mclaren

Hiç yorum yok: