28 Kasım 2010 Pazar

İşçi Spoelstra



Profesyonel iş hayatında performans ve verimliliği etkileyen birçok faktör var. Hiyerarşik kademeleşmeden doğru görev dağılımına, işverenin tutumundan saha içi iletişime, yeterli güdülenmeden iş/ücret parametresine kadar uzun bir liste çıkarılabilir. Üniversitedeki ilk yıllarımda bir tekstil firmasında çalışırken benim işletmeyle ilgili orta-uzun vadeli fikirlerimi, hayallerimi çürüten ve şimdilerde her önünden geçtiğimde bana ‘direkten dönmüşüm’ mealinde yorumlar yaptıran birçok öge vardı misal bu bültenden. Evet, aldığım 268 liralık aylık maaş haftada 55 saat çalışan birine göre oldukça komikti. İçeride kadını yücelten erkeğin üzerine aşırı sorumluluk yükleyen iş tanımı kaynaklı bir bozuk organizasyon yapısı vardı. Yetki-sorumluluk birimleri birbiriyle örtüşmüyordu ve bir takım uygulamalar/ayrımlar personel arasındaki sosyal bağları zamanla zayıflatıyordu.


Mağazaya her sabah adımımı attığımda asık suratlı organizmalarla karşılaşan ben, birçok sorunu görmezden geldim. Hak ettiğimden azını kazansam da bu ülkedeki klasik genel-geçerlerden ‘buna da şükürü’ kendime prensip edindim. Aynı departmanda görev yaptığım patronumun bana tevazu göstermesine de gerek yoktu. Yirmi dakikalık yemek molasını iki saate çeviren mevkidaşlarımın açıklarını yine üstlerimin ‘Biz bir takımız. Birimizin açığını diğerimiz kapatacak’ eksenli gaza getirici (!) direktifleriyle kapatmaya alıştım, üstünü örttüm. Şartlar her açıdan boktandı, ciddi ciddi elim iki kez istifa mektubuna gitti, bekledim ve bir süre sonra total cironun düşüklüğünden olsa gerek merkez, havuz sisteminden prim düzenine geçme kararı aldı. Satış rakamlarında her ay başa güreşen benim için bundan daha iyi bir haber olamazdı.


Sonrası bilindik…Aylık maaşımı 3’e katlayınca yaşadığım mali refah bir süre tüm olumsuzlukları tolere etmeyi başardı. İki saat yemek paydosu yapan partnerlerimin tutumu, iki kazak fazladan satabilmek için izin günlerinde bile mağazaya gelebilecek kadar değişti. Cukka kabarınca mesai sonrası ‘dışarı çıkma günleri’ düzenlendi. Bozuk ilişkiler yerini sözde tatlı ama samimiyetsiz diyaloglara bıraktı. Paranın gücünü gösteren kesitlerden birer kupleydi bu seyrettiklerim.


Yeni düzene geçişten yaklaşık 7-8 ay sonra önemli bir gelişme yaşandı. Geride bıraktığımız global krizin yaşandığı süreçte mağaza müdürümüz esasında firmanın 2 numaralı adamı olan operasyon müdürü kardeşinden aldığı bir istihbarat doğrultusunda firmaya ait bulunduğumuz şehirdeki 5 mağazanın 2’sinde bazı personellerin görevine son verildiğini ve bu durumun bizim mağazamıza sıçrama durumunun olasılık dahilinde olduğunu söyledi. Buna göre 2 yönetici + 6 satış danışmanı bulunan personel kadromuzdan bir yahut iki satış danışmanının işini kaybetmesi söz konusuydu ve bu yönde alınacak bir karar takiben 20-25 gün içerisinde tarafımıza bildirilecekti.


Haberi aldıktan sonra mağazayı esir alan o kaotik ortamdan, milletin müdüre şirin görünme gayretlerinden yada ay sonu yaklaştıkça zirve yapan dedikodu kulislerinden bahsetmeye gerek var mı, bilmiyorum. Müdürün suratındaki ‘’Ulan ben şimdi kimi kovacağım?’’ ifadesi, bunun personel tarafında yarattığı gerginlik, performanstaki gözle görülür düşüş ve tabii ki satışlardaki çeyrek birimlik azalma elbet beklenen semptomlardı ama benim bu süreçte farkına vardığım en önemli ayrıntı şu oldu: Bizim iş yeri performansımızı, motivasyonumuzu etkileyen birincil unsur ne patron, ne partnerler ne yapılan mali iyileştirme ne de işimizi kaybetme korkusuydu. 'Daha çok içinde bulunduğumuz sürecin yaratmış olduğu belirsizlikti'. Prestij ve maddi tabanlı kaygılar bir yana ‘mevcut ortamda önümüzdeki düzlüğü sağlıklı biçimde görememekti.’ (Dipnot: Kovulma korkusu mutlaka performansı olumsuz etkiler, buradaki belirsizliğin çıkış noktalarından biri de budur. Fakat benim altını çizmek istediğim husus şu: Bana biri şu tarihte kesin işten ayrılacaksın deseydi motivasyonumu bir süre, belirli ölçülerde kaybedebilirdim ama sonucun (işten çıkmanın) netleştiği bu ortam aynı zamanda bana kendime yeni bir yol haritası çizme ve bu sayede kalan süreci bana rahat kafayla, daha verimli değerlendirme imkanı sunabilirdi).


İşçi Spoelstra

Chris Bosh ve LeBron James’in takıma katıldığı anda patlak veren üç süperstar bir arada geçinebilir mi sorularının orijininde aslında ‘’Spoelstra bu üçlüyü dizginleyebilecek kalibrede bir koç mu?’’ ön görüsü vardı ve Riley’nin ismi henüz o günlerde zikredilmeye başlamıştı. Şimdiyse Miami’nin 9-8’lik derecesi, gün geçtikçe artan medya baskısı ve geçmişteki Van Gundy vakasının oluşturduğu tandem Spoelstra’nın sallanan koltuğunu yıkmak üzere. Bahisler artık Riley gelecek mi üzerinden değil, ne zaman gelecek sorusu üzerinden yapılıyor ve bunun için biçilen en optimist süre 25 aralık yani christmas akşamı…


Dün akşamki Dallas deplasmanında takımın saha içindeki bıkkın görüntüsünden LeBron James’in vücut diline kadar birçok şey aslında problemin salt parke üzerindeki kötü basketbolla ilintili olmadığının göstergesi bana göre. Her time-out hareketinde Spoelstra’nın yüzündeki korku dolu endişeyi ve bir şeyler kanıtlayabilmek için ortaya koyduğu gayretin oyuncuların umursamaz tavırlarıyla parke üzerinde sonuçsuz kaldığını görünce o endişenin giderek katlandığını görmek için müneccim olmaya gerek yok. Zaten sezona yeterlilik tartışmaları ve Riley’nin gölgesinde istim üzerinde başlamıştı Filipinli ve şu görüntüden sonra bence o da kafasındaki coaching figürünü eritti, inancını yitirdi, sadece birilerinin yukarıdan sur’u üflemesini bekliyor.


Öte yandan oyuncuların da koçu pek salladıkları iddia edilemez. Onlar da Riley’nin geleceğini biliyorlar ve sanki değişim bir an evvel gerçekleşse de yeniden işimize dönsek, bir temiz sayfa açsak havasındalar. 8-0’lık Dallas serisinden sonra alınan molanın hemen dönüşünde LeBron James’in set met dinlemeden üç sayı çizgisinin gerisinden el üstü attığı şut bile Spoelstra’nın ne kadar iplendiğinin açık kanıtıdır. Filipinli neredeyse tüm molalarını üçüncü çeyrekte bitirdi ama Heat’te yaprak kımıldamadı. Wade ve James’in yüzünde ne bir tebessüm ne bir hırs ne bir sertlik ifadesi vardı. İkisi de duygularını aldırmış, sanki silah zoruyla oynuyormuş gibiydi. Kaybedilen maçlar bir yana iki süper yıldızın şu maçtaki haliyet-i ruhiyyesi bile Spoelstra’yı kapı dışarı etmek için yeterli bir sebep.


Riley gelecek

Farklı bir şey söylemeyeceğim. Spoelstra’nın üç yıldızı idare edebilmek için yeterli ağırlığa sahip olmadığını bunun altından ancak Riley gibi bir tecrübenin kalkabileceğini biliyoruz. Pat Riley hem dışarıya etik görünmek hem de Spoelstra’ya yeteri fırsatı verdiğine dair bir intiba yaratmak için süreci mümkün mertebe uzattı ama artık zamanı geldi. Zira bu belirsizlik ortamında bir insanın görevini sağlıklı biçimde icra etmesi, inancını koruması ve altındaki birliği yönetmesi ne kadar zorsa kısa vadeli çözümler uğruna alabileceği bir takım (spontane/acele) kararların ekibine daha fazla zarar verebilmesi de olasılık dahilinde. Tıpkı bizim mağazada olduğu gibi kişinin o artçı sarsıntıyı hissedebilmesi bile bunun için yeterli. Spo-Miami flörtü zihnen sona erdi ve Miami’nin rahata erebilmesi, daha fazla kaybetmemesi için artık bunun resmiyete dökülmesi gerekiyor ve mümkünse 25 aralıktan önce.

21 Kasım 2010 Pazar

Medal of Honor (İnceleme)



Siyaset ve diplomatik ilişkilerin hayatın birçok diliminde olduğu gibi oyun dünyasını etkilediklerine sıklıkla şahit olduk. Cod: Mw2’deki ‘No Russians’ bölümüne tepki gösteren ve o kısmın oyundan çıkarılmasını isteyen Rus hükümeti aklıma gelen ilk örnek. Zamanında ikinci dünya savaşı temalı birçok yapıma malzeme olan ve her seferinde sırtlarına ‘loser’ etiketi vurulan Almanlar, Cod: Black Ops’a kısmi sansür uyguladı. Amerika’da da Medal of Honor’ın multi player modundaki Taliban ibaresi ‘’Taliban kimliği taşıyan hiç kimse Abd askerini hedef alamaz’’ gerekçesiyle törpülendi, opposing force oldu.


Şimdiye kadar Türk kimliğini, toprağını, tarihini, zihniyetini temel alan bir yapım olmadığı için bu konuda yapacağım yorumlar ‘’Davulun sesi uzaktan hoş gelir’’ şeklinde bir algı yaratabilir fakat tüm empati kurma gayretime ve milletler arası siyasi hassasiyetleri gözetme inancıma rağmen Birleşik Devletler’in Taliban’a karşı göstermiş olduğu salt ‘’isim bazlı’’ reaksiyonu henüz anlayabilmiş değilim. Taliban ismine bir şekilde kılıf uydurulması gündemdeydi, uyduruldu. Fakat bu adamlar yine aynı silahlarla, aynı kılık-kıyafet, donanımla ve yine kendi (Afgan) topraklarında Amerikan ordusuna karşı cenk ediyorlar ve biz onların hangi güruhu, hangi milleti temsil ettiklerini biliyoruz. Söz konusu organizma ismen farklı olup şeklen aynı kaldıktan sonra neticenin ‘’Bizi Taliban vurmadı da Opposing force vurduya’’ bağlanması Fox News’e kadar sirayet eden bu karşıt tutumları şahsen benim gözümde değersiz kılıyor.


Fikrine itibar ettiğim birkaç arkadaşım ‘’Ya bir tarafta Türkler, diğer tarafta Pkk olsaydı bizim tavrımız ne olurdu?’’ minvalinde yorumlar yaptı. Peki ben de soruyu şöyle değiştireyim: Mehmetçik ile Pkk arasında Kuzey Irak’ta geçen bir savaş ele alınsa ve geliştirici firma daha sonra gelen tepkiler üzerine Pkk ismini opposing force olarak değiştirse bizim tavrımız Abd gibi yumuşar mı? Ya da Mavi Marmara isimli gemide sivil – asker karışık bir Türk grubuyla yola çıkıp Gazze’ye yardım götürsek ve yolumuz İsrail askerleri tarafından değil de X timleri tarafından kesilse ve oyunun multiplayer modunda İsrail askerlerinin yerine ‘X timleri’ olsa bu değişim bizim için bir önem ifade eder mi? Yine tepki koymaz mıyız? Tarafımızdan oyunun iptali talep edilmez mi? Kurgu yada konu üzerinde radikal bir değişiklik yapılmadığı sürece isimlerin değişmesi bu kadar mı önemli?


Neyse, Siyasetten oyuna…

Senaryoyu bilmeyeniniz yoktur. Medal of Honor'da Afgan topraklarında Birleşik Devletler’e ait gizli operasyonlara tabii, eğitimli (!) Tier 1 grubuna mensup askerlere hayat veriyoruz. Hikayeyi ilk okuduğumda Abd’nin söz konusu bölge stratejisi ve mensubu olduğumuz timin özellikleri doğrultusunda politik mesajların ağırlıkta olduğu, daha ince-detaylı ve taktiksel ağırlıklı bir görev zinciri bekliyordum ama elimizde damıtılmamış bir aksiyon ve yine Abd’yi winner ilan eden bir oyun var. MoH bir askerin 12 aylık operasyon macerasının 2 aylık kısmını ele alan kısa bir günlük gibi. Oyunu bitirip final video’sunu seyrederken zihninizde‘’Ulan ne oldu şimdi? Ben bu işten bir bok anlamadım’’ şeklinde bir soru vuku bulduysa altında başka gerekçe aramayın. Tepede bir general, altında ona bağlı bir rütbeli ve onun altında da rütbelinin yönettiği merkezden emirler alan askerlerden kurulu bir hiyerarşik düzen var. Açılışta 'Tariq’i bul' şeklinde bir görev veriliyor, ardından bu yan görevimsiler benzeri talimatlarla devam ediyor ve finale yaklaşırken aslında bu görevlerin ana senaryonun muhteviyatına dair dişe dokunur bir detay içermediğini, sadece aksiyonu artırmak ve campaign modunun ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramadığını öğreniyoruz. 


                                                                        İşte o meşhur sakallı dede

Tier 1 gizli operasyonları yürütmek için özel eğitilmiş askerlerden kurulu bir ekipse Electronic Arts’tan bir yetkili çıkıp bu askerlerin nasıl her operasyon sırasında pusuya düşmeyi becerebildiklerini, neden 1 metrelik kayanın üzerine tırmanamayacak kadar basiretsiz olduklarını ve ilerleyiş esnasında engebeli arazileri kullanıp kendilerini kamufle etmeleri gerekirken neden düşmana görünmek istiyormuşçasına yolu ortalayarak yürüdüklerini açıklasın! Tier 1 gibi her açıdan donanımlı bir askeri timin kağıt üzerindeki nitel avantajlarını bir takım taktiksel becerilerle birleştirip daha çok gizliliğe ve taarruza dayalı bir oyun çıkarmak varken bu timi geri zekalı hüviyetine sokup sürekli pusuya düşürerek bizi sürekli savunma yapmak zorunda bırakan ve arzu ettikleri aksiyonu/ hareketliliği bu yolla sağlamaya çalışan yapımcılara diyecek söz bulamıyorum. Hani madem bunu yapıyorsunuz bari özgün davranın. Rabbit’le sakallı dayı Dusty’nin birlikte ilerlediği bölümleri oynarken birçoğunuz muhakkak CoD: Mw2’de Captain Price’la birlikte yol aldığımız bölümlere dair bir flash back yaşamıştır. ‘’Dur, hareket etme. Şimdi move move’’ tümcelerinden tutun da bir yükseltiye çıkarken yaşlı kurtun bizi eliyle yukarı çekmeye çalışmasına kadar birçok detay copy-paste yapılmış. Mw2’deki kar motoruyla kaçış sahnelerinin yerini de burada Atv ile yapılan kuru seyahatlar almış.


Afganistan gibi bir coğrafyada kalkıp kimsenin bir tank kullanmasını beklemiyorum. Fakat kullandığımız iki taşıtın (Atv ve helikopter) da oyuna bu kadar basit, detaydan yoksun, sırf oyunda bir-iki araç olsun mantığıyla entegre edilmesi sinir bozucu. Atv’yi sadece bir yerden başka bir bölgeye geçerken kullanıyoruz ve üzerindeyken silah kullanamıyoruz. Helikopter üzerinde de kontrol yetkimiz yok, sadece hedef belirleyip ateş edebiliyoruz, hepsi bu.


Resimdeki arkadaş beni göremiyor. Neden? Çünkü bende gece görüşü var, onda yok. Peki gözü görmeyen arkadaşın orada hala işi ne?


Yapay zeka hem Tier 1 askerleri hem de Taliban cephesinde yerleri öpüyor. Karşımıza çıkan düşmanların yüzde 90’ı sürekli siper ardından ya da ağır makineli bir tesisatın arkasından ateş ettikleri için onlar için bir zeka tanımlaması yapabilir miyim bilmiyorum ama Tier 1’ın IQ seviyesi facia boyutlarda. Birkaç özel bölüm dışında takım arkadaşlarımız arasında gözle görülür bir iş bölümü yok, herkes başına buyruk hareket ediyor ve birçok görev biz olaya müdahil olmadığımız sürece çözülmüyor. Zaten MoH’da ayak işlerini yapmakla görevli bir köleden farksızız. ‘’Rabbit şuraya koştur, Rabbit bak şurada Rpg var onu indir, Rabbit bizi şu sniper’cıdan kurtar, Rabbit koordinatları belirle orayı bombalayalım vs.’’ Örneğin; karşımızda MMG Gunner’ın arkasından bize adeta mermi kusan bir düşman var ve o düşmanı her öldürdüğümde ağır makinelinin arkasına başka bir arkadaşı geçiyor. MMG Gunner yüksek bir tepenin ortasına konuşlandırılmış ve bu tepenin sağ ve solundan sürekli düşman çıkıyor. Bizim bulunduğumuz yer ise bu yükseltinin hemen altı, yani adamlar bize tepeden bakıyor ve benden bulunduğum düzlükteki kaya parçalarını kendime siper ederek tepedeki makineliyi kullanan düşmanı alt etmem isteniyor. Ben bir şekilde söz konusu arkadaşa kanalize oluyor, onu kolluyorum. Fakat bu sırada yükseltinin sağından ve solundan fırlayarak beni kıskaca alan diğer düşmanlar bana mermi yağdırıyor ve benim biricik Tier 1’im o elemanları vurup beni kollamak yerine ‘’Hadi şu herifi indir, acele et’’ minvalinde sinir bozucu laflar etmeye başlıyor ve takım oyunundan eşsiz pasajlar (!) sunuyor.


Afganistan’ın coğrafik betimlemesi hoşuma gitti. O yıkık dökük barakalar, dağlık engebeli araziler güzel çizilmiş. Yükseltinin arttığı bölgelerde dev kaya parçaları ve bu barakaların güvenlik/siper anlamında taktiksel birer öge haline gelmesi ve bu yapıların hasar alabilmesi de olaya hoş ve gerçekçi bir hava katmış. Her ne kadar koca bir barakanın yıkımından geriye sadece 2 taş parçası kalıyor olsa da… Bu arada haritanın büyük bölümünün görünmez duvarlarla çevrilmesi, bize özgürlük/ hareket serbestisi tanımaması ve sürekli sistemin işaret ettiği bölgeden yürümeye mahkum etmesi takvimler 2010'u gösterirken biraz abes kaçıyor.


Oyunda silah çeşitliliği tatmin edici ölçülerde. Mermimiz bittiğinde takım arkadaşlarından mermi talep edebildiğimiz için herhangi bir mühimmat sorunu yaşamanız imkansız. Hoşunuza giden bir silah varsa alıp oyunun büyük bir kısmında kullanabilirsiniz (Keza bazı görevlerde farklı askerlere hayat verdiğimiz için haliyle silahlar bölümden bölüme değişkenlik gösterebiliyor). MoH silah konusunda yeterli spesiyaliteye sahip ama düşmanların vurulmaya karşı gösterdikleri komik vücut tepkimeleri hesaba katıldığında bu ne kadar değerli bir artıdır, orası tartışılır.


MoH’ın övgüyle bahsedeceğimiz bir özelliği varsa o da kesinlikle sesleri. Çatışma esnasında askerlerin telaşı, bağrışmaları, silah sesleri ve yukarıdan gelen telsiz konuşmaları içinde bulunulan atmosfere canlılık katıyor. Bir de bu gerilimi tamamlayacak sağlam bir arka fon müziği olsaydı müthiş olurdu ama bunca zafiyetin arasında bu kadarı da yeterli. 



Modern Warfare mi? Yürü, git işine

Mekan tasvirleri ve işitselleri dışında 'olmuş' diyebileceğimiz bir unsur barındırmayan bu oyunun ismi MoH olmasaydı beklentilerimi kısıp daha yumuşak ve aynı ölçüde yüzeysel bir değerlendirme yapabilirdim ama sırf ismiyle, geçmişiyle bile ciddi merak uyandıran bir yapım hazır WW2 konseptinden de kurtulmuşken bu kadar hayal kırıklığı yaratmamalıydı. Final sahnesinden anladığım kadarıyla yapımcılar Medal of Honor'ın devamını getirmeye kararlı. İnşallah eksiği gediği görüp daha sağlam bir devam oyunuyla çıkarlar karşımıza. Bir CoD kolay olunmuyor.

Mclaren 

13 Kasım 2010 Cumartesi

Laf-ü Güzaf #3


Darko Milicic: ''I don't know what's wrong with my shot''  (Şutuma ne oldu, bilmiyorum.)