31 Mart 2010 Çarşamba

God of War III'e Nisan 1 Şakası

Geçtiğimiz günlerde bir Fransız oyun dergisinde yayınlanan yukarıdaki fotoğraf God of War 3 fanları arasında büyük heyecan yarattı. Görüntünün GOW3'ün ilk DLC paketine ait olduğu söylendi. İki parçalık resmin birinde Kratos, Zeus'la diğerinde Hercules'le kapışıyordu. Yukarıdaki sağlık barı ve süreyi gösteren rakamlar da Street Fighter tarzı 1'e 1 multi dövüşün habercisi gibiydi. Fakat dökümdeki yazıların bozukluğundan ve yetersiz Fransızcamızdan ötürü olaya biraz Fransız kaldık, bekleme moduna geçtik.

Vel hasıl, haber 1 Nisan şakasıymış. Merak eder dururum: Bir dergi onbinlerce oyun fanının türlü küfür ve beddualarına hedef olmak için neden böyle bir işe girer ki?

29 Mart 2010 Pazartesi

Cimbom Noktayı Koydu

Emre'nin olmadığı, sahadaki tek yaratıcı gücü Alex'in Mehmet Topal tarafından çağ dışı biçimde ( adam adama) marke edildiği ve ilerideki tek santrforunun çeşitli geyiklerle facebook'a malzeme olduğu hücum gücü asgariye inmiş bir takımla oynarken Reijkaard'ın savunma hattını bu kadar geriye çekip orta sahayı rakibe bırakması futbol diliyle nasıl açıklanabilir? Bir taktik hata mıdır? Yoksa gol yerim korkusu mu? Geri dönüşleri olmayan Jo, Santos, Elano ve Keita maç boyunca ileride çakılı kaldı, savunma dörtlüsü de geriye fazla yaslanınca defans-hücum hattı farklı gezegenlerde yaşayan iki ayrı ırk gibiydi Galatasaray'da. Mehmet Topal'la Alex'i köşe kapmaca oynatan zihniyet sayesinde ellerinde bu iki hattı birbirine bağlayacak orta saha blogu da kalmadı. Oyun Fenerbahçe'nin kontrolünde geçti.

Bir puana havada karada razı görünen Fenerbahçe idealin dışındaki orta saha yapısıyla organize olmakta zorlandı, şişirme toplarla gol kovaladı. Görüntüye bakıp hani bu takım nasıl gol atar diye sorsanız ya ileride kazanılacak bir tesadüfi duran toptan ya da ceza sahası dışından atılacak bir şutla derdim. Selçuk 30-35 metreden kaleyi yoklarken göbekte kendisini karşılayan bir sarı kırmızılı oyuncu yoktu. Leo Franco'yu ıslıklayan taraftarın çuvaldızı biraz da Selçuk'a o boşluğu veren veya verdirenlere batırması gerekmez mi?

Kurtarıcı olarak sahaya sürdüğün oyuncu kenarda ısınırken acıdan suratı ekşiyen Arda'ysa zaten burası sözün bittiği yerdir. Galatasaray buraya kadar dedi. Hem de bilerek, görerek. Reijkaard'a selam olsun.

26 Mart 2010 Cuma

Ubisoft'un DRM Çözümü

Silent Hunter 5 ve Assassin's Creed 2 sunucularına düzenlenen hacker saldırılarından illallah eden Ubisoft kurbanlarının DRM tepkisi zirve yapınca firma yetkilileri harekete geçti. Hem de ne geçme! Uygulamaya bak: Oyun sahiplerine birer e-mail yollanacak ve aralarından bir tanesini seçmeleri kaydıyla kendilerine 4 adet oyun ( Prince of Persia, Heroes over Europe, Tom Clancy's Endwar, Tom Clancy's H.A.W.X) opsiyonu sunulacak ve seçilen oyun kullanıcı tarafından ücretsiz indirilebilecek.

Ubisoft'un müşteri memnuniyet anlayışına (!) bir işletme öğrencisi olarak hayran kaldım (!) Hediye oyun uygulamasının yapıcı değil tamamen yağlayıcı olduğu, DRM'in çözümüne yönelik hiçbir gelişme içermediği kabak gibi ortada. Yapmayın, etmeyin, güldürmeyin.

Mevzu korsanı bitirmekse her türlü korsan baltalama projesini desteklerim. Ubi'nin çabasını da bir oyun sever olarak takdir ederim. Fakat projenin alt yapısını sağlam kurmazsan, çıkabilecek sorunlara alternatif çözümler üretemezsen ve yetmiyormuş gibi ihaleyi ''Sorun bizde değil. Sizin internet bağlantınızda'' deyip müşteriye yıkarsan tepkinin Allah'ını görürsün. Bu adamların sorunu uzun seyahate yol yardım çantası almadan çıkmalarıydı. Lastik patlayınca arabaya küfretmeyi ben de bilirim.

25 Mart 2010 Perşembe

Read Dead Redemption'a Yeni Video

Dünya'nın en büyük oyun fragman sitelerinden Gametrailers'da Red Dead Redemption'a ait yeni bir video yayınlandı. 2004 yapımı Read Dead Revolver'ın devamı niteliğindeki yapım, kahramanımız John Martson'ın gangsterler tarafından kaçırılan arkadaşı Bill'i kurtarma girişimini konu alıyor. Call of Juarez gibi böyle alıp götürecek bir senaryosu yok ama grafikler beni fazlasıyla tatmin etti. Hikayeyi de tavşan kaç-tazı tuta çevirmezlerse bu oyun kendini oynatır. Bir de siz bakın.

24 Mart 2010 Çarşamba

Zirve Yeşil Beyaz

Herkes elde kağıt kalem şampiyonluk hesapları yapıyor. Bizim de bir yerimiz şişmesin. Kimileri için son 8, kimileri için ( Bursa ve Fener) son 7 hafta. Üst taraf kaynar kazan. İlk 4’ü tersten sayarsak; Beşiktaş’ın şansı artık mucizelere bağlı ve şu saatten sonra Mustafa Hoca’nın kehanetleri de, bizim alt komşu Necati’nin üfürmeleri de şampiyonluğa yetmez. Kırılma noktası içeride kazanamadıkları Galatasaray derbisiydi. Oyuna Nobre’yle başlayıp Emre Güngör-Neill stoper hattını revire çeviren ve yan toplardan sayısız pozisyon üreten Beşiktaş’ta Mustafa Denizli’nin çift santrfor’a dönemeyerek ‘’Aman sistemi bozmayım. Taviz vermeyim’’ kaygısı 3 puanın önüne set çekti. İki Atletico maçı arasında yakaladıkları yorgun aslanı ne yapıp edip yeneceklerdi, yarışı orada bıraktılar. Kasımpaşa beraberliğiyle de kapı suratlarına kapandı. Muadillerine kıyasla en berbat fikstür onlarda; Fener ve Bursa deplasmanından toplam 4-6 puan yapmaları lazım.

Fenerbahçe’nin Galatasaray derbisinden alacağı her sonucun önemi ayrı. Kaybederlerse defteri kapatırlar. Beraberlik halinde Beşiktaş’ı devreye sokarlar. Kazanırlarsa Bursa’nın önünü açmış olurlar. Ankara bonusunu cebe koyduğumuzda kalan 7 maçta sadece 1 kez İstanbul dışına çıkacaklar. Fakat Emre ve Alex’in iteklemesiyle ve bu forvetsiz oynuyormuş görüntüsüyle Esat Dergi’nin 73-75 puan barajına biraz zor ulaşırlar.

İçeride aslan dışarıda kedi Galatasaray son 4 deplasmandan 2 puan çıkardı. Dış sahada kapanan, mücadele gücü yüksek takımları çözecek bir anahtarları yok. Reijkaard’ın geldiği günden bu yana aşılamalaya çalıştığı 4-3-3 türevi hücum futbolu göbekteki Ayhan, Mehmet Topal gibi ‘’düz’’ oyuncularla yürümez. Orta 3’lüye geri dönüşleri olan, pas yapıp ileri uca servis işini kotarabilecek elemanlar lazım. Osman abinin tabiriyle Xavi, Iniesta lazım. Devre arasında stoper krizine girilmiş gibi Londra’larda Lucas Neill kovalayan, bir ekstra yabancı için elindeki tek sağlam forveti ( Nonda) harcayanlara da selam olsun.

Fenerbahçe’yi yenerlerse o moralle Sivas ve Diyarbakır’ı dümdüz ederler. Burada yakalanacak 9 puanlık serinin ardından tepede Bursa’yla yalnızları da oynayabilirler. Düğümü de Sami Yen’deki Bursa maçı çözer.

Geldik Bursa’ya. Yeşil Timsahların 7 maçı kaldı. Şanslarına son 5 maçın sadece 1’i deplasmanda ve bu rakipleri içerisinde; Gençlerbirliği, Gaziantep, Kayseri ve Antalya gibi hedefsiz takımlar var. Ertuğrul Sağlam, Mustafa Denizli’nin aksine sürekli aynı adamları oynatarak kemikleşmiş bir kadro oluşturdu. Geri ve ileri uç hattını birbiriyle koordineli oynarak bol gol atan ve yemeyen bir takım yarattı. Artık ‘’Şampiyon olabiliriz’’ diyebilecek kadar cesaretlendiler. Arkalarında da Türkiye’nin en baba taraftar gruplarından biri var. Neden olmasın?

Bursa adına en büyük korkum geçtiğimiz sezon Sivas’ın yaşadığı panik atağa düşme ihtimalleri. Sivasspor, yarışın tamamını önde götürürken son turda start-finiş düzlüğünde motor yakan F-1 pilotu misali; 30. hafta G.Antep’e 31. haftada İst. Bş. Bld’ye kaybederek Beşiktaş’a ikram etmişti. Unutmayalım; Bursaspor henüz o kulvara girmedi.

Just Cause 2

Avrupa için satış tarihi 26 Mart olarak belirlenen Just Cause 2 an itibarıyla torrentlere düşmüş bulunmakta. Kopya oyun deyince bayılıyoruz, maşallah her sitede leecher sayısı 2000'in üzerine fırlamış.

Yabancı forumlardan takip ettiğim kadarıyla JC2'nin ilk oyuna kıyasla artıları; silah çeşitliliğinin artması, genişleyen araç lansmanı ( helikopter eklenmiş) ve uçsuz bucaksız harita ile beraberinde gelen hareket özgürlüğüymüş. Çatışma sırasındaki görseller methedilmiş. En büyük sıkıntı olarak da yapay zeka gösteriliyor.

GTA tipi oyunları oldum olası sevmedim. İnternet cafelerde sandalyede oturuken ayağı yere değmeyen küçük çocukların oynadığı, şifre yazarak oyunu çirkefleştirdiği bir yapım olarak anımsadım hep. Oynamayı pek düşünmüyorum ama içimdeki şeytanın beni bir süre sonra dürteceğine de eminim.

23 Mart 2010 Salı

Metro 2033 (İnceleme)

Rus yazar Dmitry Glukhovsky’nin aynı adlı romanından uyarlanan Metro 2033, 2013 yılındaki nükleer patlamanın 20 yıl sonrasını konu alıyor. Yaşanan felaket sonrası yeryüzü yaşanmaz hale gelirken insanlar metro tünellerine yerleşerek kalan hayatlarını burada sürdürmeye çalışıyor. Normal bir insan psikolojisinin kaldıramayacağı bu zorlu yaşam hattında neo-konümistler ve neo-naziler olmak üzere 2 farklı insan grubu var. Daha tehlikelisi ise; Dark Ones adlı saldırgan ve asalak yaratıklardan oluşan birlik. Yapım, yeryüzünü tamamıyla ele geçiren Dark Oneslar’ın metro tünellerine girerek insan yaşamlarını tehdit etmesiyle başlıyor ve omuzlarımıza bu grubun sırlarını çözme, diğer istasyonlara yardım götürme şeklinde ağır ve korkutucu bir misyon yüklüyor.

Oyundaki baş karakterimizin adı Artyom. Kahramanımızın en büyük özelliği; insan bilincine etki ederek beyin mekanizmalarını kontrol altına alan Dark Ones’ların bu özelliğine karşı bağışıklık kazanmış olması. Karanlık istasyonlarda yol alırken kimi zaman partnerimizle kimi zaman yalnız başımıza ilerliyoruz. Etrafımız insanların derme çatma yaptığı barakalarla ve çeşitli güvenlik geçiş noktalarıyla dolu. 4A Games kendi adını verdiği oyun motoruyla mekan tasvirlerinde gerçekten harika iş çıkarmış. Yıkık dökük eşyalar, her zeminde farklılık gösteren kaplamalar, ışıklandırmalar, bazen görüşü sıfıra indiren zifiri karanlık ve Rus aksanıyla İngilizce konuşan yöre insanıyla atmosferi iliklerimize kadar hissetmemizi sağlayan gerçekçi ve sinematik bir hava yaratmış.

Özellikle yer altı görevlerinde bu detayları fazlasıyla hissedeceksiniz. Karanlıkta kendinizi kamufle edecek, çevredeki ampul/gaz lambası gibi dönemin şartlarına güzel uyarlanmış manuel ışıklandırmaları kapatarak kendinize avantaj sağlayabileceksiniz. İnsan ve yaratıklarla mücadelenin eş zamanlı olabildiği bu görevlerde (M tuşuna bastığımızda) sol elimizde beliren çakmak, sağ elimizde tuttuğumuz ve yolumuzu kaybettiğimizde başvurduğumuz pusulalı dosya kağıdı ve kafamızın üzerinde ışıldayan fener de en büyük yardımcılarımız olacak.

Mekanlar sadece karanlık tünellerden ibaret değil. Bazen görev icabı yeryüzüne çıkmamız gerekiyor. Yer yüzüne çıktığımızda zehirli gazlardan korunmak için gaz maskesi takmak zorundayız. G tuşuyla maskemizi takıyoruz ve gazın bitiminde otomatikman maskemizi değiştiriyoruz. İçerisindeki gaz bitmeye yakınken kahramanımızın nefes alış-veriş hızı artıyor, öksürmeye, çevresini bulanık görmeye başlıyor ve 4A Games bu güçlük hissiyatını ekran başındaki oyuncuya geçirme konusunda yıldızlı pekiyiyi fazlasıyla hak ediyor. Yine T tuşuyla sol kolumuzdaki saate göz atıp maske içerisinde kalan gaz miktarını kontrol etme şansımız var. Maskeyle ilerlerken dikkat etmemiz gereken noktalardan biri; çarpışma esnasında kendimizi korumamız. Zira maske kafamızdayken darbe aldığımızda üzerinde oluşan hasar aynen ekrana çizikler / kırıklar şeklinde yansıtılıyor ve hasar bazen ekranı görmenizi engelleyecek derecede ağırlaşabiliyor. Burada hem yaratıklara hem de zamana karşı yarışmak durumundayız.

Oyundaki silahları eski ve modern olarak iki gruba ayırmak mümkün, fakat çeşitlilik çok az. Silah, bıçak, bomba vb. mühimmatı öldürdüğümüz düşmanların üzerinden düşen materyallerle edinebileceğimiz gibi ihtiyacımızı seyyar satıcılardan da karşılayabileceğiz. Oyunda ilginçtir; silahlar para yerine mermi karşılığında satılıyor ve yine müthiş bir mermi kısıtlaması var. Her kovan altın değerinde. Bazen az mermi harcamak uğruna düşmana daha fazla yaklaşarak risk almak zorunda kaldığımı, bazen de 4-5 mermi yiyip hala ayakta kalan düşmanları gördükçe kriz geçirdiğimi belirtmeliyim. En son Resident Evil 5’te ve Dark Space’de yaşamıştım bu sıkıntıyı. Fakat ne olursa olsun bu özellik Metro 2033’ü diğer FPS’lerden ayırarak daha realistik kılmış. ( Cinnet geçirmeme rağmen)


Okuduğum forumlarda nedense karakter modellemelerini beğenmeyenler var. Evet, burada Call of Duty veya Battlefield’daki gibi profesyonel, donanımlı askerleri yönlendiriyor olsaydık kılık-kıyafet detaylarında ayrıntı istemek en doğal hakkımız olurdu ama Metro 2033’daki halk kendi halinde, örgütsüz silahlanan gruplar ve genel görünümlerinin biraz günlük kaçması, detay vermemesi normal karşılanmalı.

Oyunun eksilerine gelirsek; en dikkat çekeni çok güçlü sistem istemesi. Grafik kalitesi sistem gereksinimlerine paralel olur, anlıyorum ama ben Intel Core 2 Quad Q8300 2.5 Ghz işlemci, 4 Gb ram ve ATI HD 4650 ekran kartıyla oynadım fakat görüntü kalitesini low-medium’a kadar kısmak zorunda kaldım. Yine i3 işlemci ve ATI HD 5470 kullanan bir arkadaşımın bilgisayarında denedik, tatmin olmadık. Bu da demek oluyor ki; şu meşhur DX 11 muhabbetiyle olan bizim ekran kartlarına oldu. Bu oyun HD 40xx serisini çöpe attırır söyleyim. Oyunun optimum gereksinim olarak ATI HD 5870 & 5970 ve Nvidia’nın son harikası GeForce GTX 480 ve 470 istemesi herşeyi açıklıyor zaten.

Bunun haricinde yapay zeka sorunlu. Mesela karanlık tünelde ilerlerken bir an düşmana fark edildim ve o geniş alanda beni göremeyecekleri bir yere saklandım. Fakat ona rağmen üzerime ışık bile tutmadan o karanlıkta bana dışarıdan nokta atışı yaptılar. Aynı Call of Duty’de sniper’ın zoom’uyla hasbelkader görebildiğim bir düşmanın o mesafeden beni yatar vaziyette vurabilmesi örneğindeki gibi kimi yerlerde bayağı ‘’ileri’’ zekalı olmuş yapay zekaları. Bazen de karanlıkta artan ayak seslerime rağmen sadece 2 metre uzağımdaki düşman beni sırf karanlıktan geçiyorum diye fark edemiyor.

Stalker-Fall out kırması Metro 2033 herşeye rağmen denenmesi gereken ve sırf senaryo-atmosfer tandemiyle insanı kendine çeken bir yapım. PC başında harcadığınız zamana kesinlikle değecek. Bu arada görsel teknoloji denen şeye bayılıyorum. Aşk-ı Memnu’yu izledikten sonra Halid Ziya okumayı akıl eden yurdum insanı şimdi de yana yana Glukhovsky’nin romanını arıyor. Bakalım bu oyun-edebiyat dialektiğinden başka neler çıkacak?

Mclaren

22 Mart 2010 Pazartesi

GT5'i ''Hala'' Bekleyenlere...

Polyphony Digital, Grand Turismo serisinin son üyesini (4) piyasaya sürdüğünde tarih 9 Mart 2005’i gösteriyordu. PC’ye çıkmadığı ve öğrenci halimizle PS2 almaya imkanımız olmadığından kendimizi playstation salonlarına vurma nedenimizdi GT4. Bana yedi yüz elli liralık yol paramı PS salonuna bayılıp şubat ortasında 9-10 km’lik yolu tabanvay yaptıracak fedakarlığı ve hatunla kritik randevuyu unutturacak aptallığı bile yaptırdı. Aradan geçen uzun zamanda oyunun geliştirileceği duyuruldu, bunu peşin sıra gelen ertelemeler takip etti ve hala oyunun resmi çıkış tarihini belirleyemeyen Polyphony şimdilik ekran görüntüleriyle yemek öncesi aperatif vermeye devam ediyor. Gtplanet’te yayınlanan yeni ekran görüntüleri burada. Tatmin olmak isteyene…

Prison Break: The Conspiracy (İnceleme)

İlk ekran görüntüleri yayınlandığında ‘’dizi/film oyunları takoz olur’’ görüşünü pekiştiren ve bu ezberi bozamayan bir yapım olarak karşımıza çıkacağını tahmin ediyordum Prison Break: The Conspiracy’nin. Batman: Arkham Acylum bu anlamda dilimize bir parmak bal çalmayı başarmıştı ama anlaşılan Zootfly işi biraz aceleye getirmiş. Yine de bunun birçok dizi fanının oyunu satın alıp oynamalarına engel olmayacağını biliyorum. Ah merak! Sen nelere kadirsin!

Wentworth Miller hayranları biraz hayal kırıklığına uğrayabilir fakat oyunda Michael Scofield’i yönlendirmiyoruz. Yapımcılar senaryoya sadık kalmak koşuluyla ufak değişikliklere gitmişler ve bunlardan en önemlisi yapımda hayat verdiğimiz karakter; Tom Paxson. Dizide yer almayan, Zootfly’ın hayal mahsulü ürünü Paxson şirket tarafından Lincoln Burrows’ı izlemek, kardeşi Scofield’la ilişkilerini didiklemek ve tasarladıkları kaçış planlarına çomak sokmak için görevlendirilmiş bir ajan. Evet, yanlış duymadınız. Oyuna Scofield’i karşımıza alarak başlıyoruz ve görevlerimiz ana hatlarıyla Scofield’i takip etmek, icraatlarını gözlemek ve bu sayede bir sonraki hamlesini kestirebilmek üzerine kurulu. Bunu yaparken de ilk ağızdan emir aldığımız yine bir şirket çalışanı olan Jack Mannix’le sürekli irtibat halindeyiz. ( Bahçedeki şu meşhur telefonlar aracılığıyla) Scofield’in her atağında telefona sarılıp Mannix’e rapor veriyoruz ve bu zincirleme şekilde devam ediyor.

Kahramanımız Paxson, Fox River’daki ilk günlerinde tıpkı dizide Scofield’in yaşadığı çeşitli çaylak işkencelerine maruz kalıyor. Meşhur ‘’fish’’ hitapları ve ilk gün dövüşmesi için Thedore Bagwell’in önüne atılması örnekleme adına sayabileceklerim. Ayrıca görevlerimizi ifa ederken mahkumlardan sık sık yardım istemek zorunda kalıyoruz ve karşılığında bu elemanların ayak işlerini yapıyoruz. PUGNAC için C-Note'a yaranma, Abruzzi için telefon kayıtlarını ele geçirmek gibi. ‘’Herşeyin bir bedeli var’’ kuramının takır takır işlediği bir mecra bu Fox River…

Oyundaki misyonumuz sadece ana görevleri yapmakla sınırlı değil. Para karşılığı yapılan underground dövüşler var. Bahçede gezinirken karşımıza çıkan kaslı, zenci abilerimizin yanına gidiyorsunuz ve size hemen Fox River ahalisinden biriyle çetin bir müsabaka ayarlıyor. Rakibe göre para miktarının değiştiği bu dövüşlerden kazandıklarınızla da sağınıza solunuza dövme yaptırıyorsunuz, şekil yapıyorsunuz. Tüm esprisi bu. Ben bu işlerle fazla uğraşmadım, sadece 4 dövüşten 200 dolar kazandım ve koluma bir kılıç dövmesi yaptırdım. Zaten 4 duvar arasında o parayla başka ne yapabilirsiniz ki, değil mi?

Görevler iki unsur üzerine kurulu: Kavga ve gizlilik. Ya bir yere giderken karşımıza bize kıl bir herif çıkıyor, kapışıyoruz. Ya da hedefe giderken gardiyanlara görünmemeye çalışıyoruz. Ufak çaplı Manhunt havası yaratan bu saklanma olayında çevrenizdeki kutu / duvarların arkasına pusma, dolapların içerisine girme ve dışarıdaki arabaların altına gizlenme imkanına sahipsiniz. Fakat önlerinden geçerken bile sizi fark edemeyen, görme özürlü gardiyanların sahip olduğu yapay zeka o kadar berbat ki; o yakalanır mıyım? gerilimini, korkusunu hiçbir zaman hissedemiyorsunuz. Dövüş mekanizması desen daha kötü. Yumuşak yumruk, sert yumruk ve blok koyma dışında hiçbir meziyete vakıf olmayan ve bu materyallerle rakibi sermeye çalışan bir yetenek fakiriyiz. 10-12 sene önce oynadığım atari oyunlarındaki dövüş sistemi ve hareket repertuarı bile bundan fazla, daha ne diyeyim. Çok tek düze olmuş. Kavga esnasında sağlık sistemi dinlen-iyileş şeklinde. Fakat fena sayılmayacak oyun kontrollerine rağmen kavga sırasında kamera açıları oyuncuyu biraz zorlayabiliyor. Prison Break’in bence en aciz kaldığı nokta bu.

Oyunda, dizide yer alan tüm ana karakterlere yer verilmiş ve seslendirmeler de yine tamamen dizi oyuncularına ait. Scofield’den Lincoln’e, Bellick’ten Sucre’ye, C-Note’dan Abruzzi’ye kadar… Uzun bir aradan sonra seslerini yeniden duymak bile müthiş nostalji oldu benim için. Fakat bazı karakterler sanki yapıma ‘’Sırf oyunda yer vermediler demesinler’’ diye eklenmiş gibiydi. Mesela hapishanedeki ilk günlerde ne için dövüştürüldüğümüzü bir türlü çözemediğim Bagwell’le daha farklı koşullarda karşılaşmayı isterdim. Adamla selamdan çok kavgamız var. Yine senaryo gereği dialektiğimizin kuvvetli olmasını beklediğimiz Scofield’le de Abruzzi’yle birlikte olduğumuz zamanın yarısını bile geçirmiyoruz. Bu detaylara biraz daha dikkat edilebilirdi.

Teknik konulara girersek; grafikler günümüz oyunlarının hayli gerisinde. Karakter modellemelerinden çevre-mekan tasvirine kadar. Binalara bakarken kendinizi çizgi dizi izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Karakterler de plastik oyuncaklar gibi. Ana elemanların yüz çizimleri güzel, klişe tabirle fena benzetmemişler ama konuşmalarda heriflerin suratında en ufak bir ifade, bir mimik değişimi yok. Dialoglar güzel. Abruzzi’nin alaycı konuşmaları, gardiyanların birbirlerine laf sokuşları, argolar güzel yedirilmiş ama bu hoş detaylar genel kompozisyonun içerisinde kaybolup gitmiş. Bu arada detay demişken; Doktor Tancredi neydi ya öyle? Kadını Paris Hilton’a benzetmişler. Sarı fışlak bir şey olup çıkıvermiş. Neyse; biz seni her halinle seviyoruz Sarah Wayne Callies…

Son eleştirim oyunun final sahnesiyle ilgili. Çok kısa olmuş, aceleye getirilmiş. Zaten hepi topu 9 chapterlık bu oyuna 2-3 bölüm daha ekleyerek final anı detaylandırılabilirdi. İçinde hiç aksiyon barındırmayan oyunun belki de aksiyon yaratmaya en müsait sahneleriydi o kaçış sahneleri. Neyse, sağlık olsun…

Oyunlara değerlendirme puanı vermeyi sevmem. Verilen notların da genelde şişirme olduğunu düşünürüm. Kısacası; dizi fanlarının meraktan kıvranıp ‘’Dur bir bakıyım bakalım nasıl olmuş’’ diyerek öyle yada böyle alıp arşivine koyacağı, diziyi takip etmeyenlerin ise oynamamaları durumunda fazla bir şey kaybetmeyecekleri bir yapımla karşı karşıyayız.

Mclaren